20 Nisan 2012

18

Bugün 18. gün. Son 18 günde eve 1 kere, 1 saatliğine gittim. 2 gece
arkadaşımda, 2 gece de kayınpederde kaldım, geri kalan geceler
işyerinde 3 ilâ 5 saat uyuyarak, birkaç kere uyandırılarak geçirdim...
Arkadaşımda kaldığım gecelerde birer kere duş aldım. Son 18 günde 1
kere dişlerimi fırçaladım. 1 adet chiller denen soğutucuyu, hayatımda
ilk defa görmeme rağmen elektrik ve su tesisatını tamamen kendim
çekerek monte ettim. Son 18 günde toplam çok saat çalıştım, çok ürün
çıkardım, çok tamir yaptım, söktüm, taktım. Kısa süreli iyi
arkadaşlarım oldu. 3 kişiyi işe aldım, aynı 3 kişi haber bile vermeden
işe gelmez oldular. Muhtemelen gerçek değildi ama emin değilim. 2 kere
'sesler' duydum. Bir tanesini duyduğumu başkasından öğrendim;
hatırlamıyorum. İkinci sesten sonra anlattılar. Çok paket sigara
içtim. Sınırsız kahve içtim. Hiç kitap okumadım. Üzerimi 1 kere
değiştirdim. Ayaklarım paramparça olmak üzere. Hiç kilo vermedim, çok
kan kaybettim. Kollarımda çok kas oldu, kafamda çalışan hücre kalmadı.
Kızımla 5 saat zaman geçirdim, 2 saati sokakta geçti. Çok espri
yaptım, çok kızdım, çok üzüldüm. Hala çok işim var. Ama çok yoruldum.

--
Onur SAN

19 Nisan 2012

En komik soru

1 saat kadar önce şimdiye kadar bana sorulmuş en komik soru ile karşılaştım:

- Onur Abi, sıcaklık düşünce makine soğuyo di mi?
- ?!?!

Cevap veremedim. Soruyu tekrar etmesini istedim. Yine cevap veremedim.
Allahım sen bana sabır ver...

--
Onur SAN

06 Nisan 2012

İş 2

Bir önceki mail'i yazdıktan 2 dakika sonra uzanmıştım. Gözlerim
kapanmak üzereydi. Tam o anda imalattan bir "Onur Aaabiii" diye bi
çığırtı koptu. Sonra kendimi makinenin üzerinde, elimde büyük çekiç ve
keski ile kalıba vururken buldum. Sonra da bileklere kadar gres
yağının içinde kalıbı yağlarken. Bilgisayarın başına geldiğimi
hatırlamıyorum. Aha oldu sana saat 3... 1 saat daha geç yatmak 1 saat
geç kalkmaya bahane mi? Sanmam... Rüyamda beni gör. Tamam Onur.

--
Onur SAN

İş

Pazartesi sabah işyerine girdim. Hala buradayım. Sonradan kendim
hatırlamak için yazıyorum bunu.

Pazartesi gece 2:00 civarı yattım, sabah 7:00 civarı kalktım.
Salı gece uyumadım, sabah 7'de yattım, 11'de kalktım.
Çarşamba gece saat 2'de hala çekiçle bişeylere vurduğumu hatırlıyorum.
Muhtemelen 3 civarı yatmış olmalıyım. Kaçta kalktığımdan tam emin
olmamakla birlikte 8:30 olduğunu tahmin ediyorum.
Bugün Perşembe ve saat 2'yi geçti. Gözlerim kapanıyor ve her kelimeyi
yanlış yazıyorum. Sabah 7'de kalkmam gerekli.

Uyanık olduğun zamanın neredeyse tamamında ayaktayım.

İşyerinde tek gece kalacaktım. Öyle planlamıştım. Bir eleman babasının
vasiyeti üzerine okulu bitirmek üzere işten çıkınca yapacak şey
kalmadı. Diş fırçası yok, yedek kıyafet yok, yedek çorap bile yok. Bu
bağlamda mevcut çoraplarım şu anda statik bir şartlandırma içindeler.
İçinde ayaklarım varmış gibi bağımsız olarak hareket edebilecek kadar
dimdik ve göreve hazırlar. 2 gün daha giysem, ayakkabıya gerek
kalmayacak. 5 gün daha giysem müftüden fetva alıp üzerimden mesh
(böyle mi yazılıyor) yapabileceğim. O kadar zamandan sonra ayaklarım,
çoraplar ve ayakkabılar arasında fark kalmayacaktır. Ayaklarım da ben
olduğum için çorapların an itibariyle bana benziyor olması normal olsa
gerek.

Şimdi zor soru: Kesik internet bağlantısı ile ben blogger'da bu yazıyı
nasıl yazabiliyorum?

--
Onur SAN

01 Nisan 2012

Ah Müjgan Ah

Evet, yine seyrettim. 'Selvi Boylum Al Yazmalım'dan da iyi. Mutlu sonu olmayan Türk filmlerinin delisiyim. Ama en iyisi bu.

Ayrıca Sadri Alışık'ı da çok seviyorum. Her ne kadar tipsiz adamın teki olsa da (belki onun için seviyorumdur, aynaya bakar gibi), karakterin hissettiklerini bana direk hissettiriyo.

Filmin benim için ekstrası, hangi modda olursam olayım, ister mutlu olayım, ister heyecanlı, ister huzurlu, ya da bu akşam olduğu gibi yorgunluktan ve moralsizlikten bitik, bu film bana askerde erlerin ne olursa olsun tek komutta aynı hizaya geçmeleri gibi aynı şeyi yapıyo. Hastalıklı bir durum tabi.

Kısacası, salya sümük ağladım. 30 kere seyrettim bu filmi, her seferinde ağlanır mı? Her repliği ezbere biliyorum, her anı. Yine ağladım. Yuh diyorum bana.

Evet, orta halli bir Türk filmi senaryosu. Ama muhteşem bir son. Hüsnü göğsünde yumuşatıp 90'a çakıyo golü. Seni seviyorum Hüsnü, en az senin Müjgan'ı sevdiğin kadar.

"Müjgan'ı unutmak, Müjgan'ı sevmemek..."

Bunun üzerine ancak Adagio gider.

26 Mart 2012

Kır

Kırılmış bir kalbi onarmak ne kadar sürer? Onarılabilir mi?

Bak işte yine uyuyamıyorum.

03 Mart 2012

Ölüm

Ölüm insana ne kadar yakın değil mi? Ya da aslında yaşamak ne kadar
yakın. Gerçekten yaşamak! Peki hayat avucunuzun içindeyken bir anda
yok olduysa? Hayatın bir anda yok olabileceği gerçeğinin farkına
varmak, bunun olabileceğini öğrenmek? Bir gün ölesiye mutlusun,
yürürken ayakların yere değmiyor bile. Ertesi gün, bir insan bilmeden,
düşünmeden bir cümle sarfediyor ve adım atmak yerine bulunduğun yerde
yok olana kadar beklemek daha kolay ve huzur verici gelmeye başlıyor.

Aslında ölmedin. Ama ölümle yaşam arasındaki fark kalbin vücuda kan
pompalaması mı? Yoksa kafanın içinde mi yaşamak dediğin şey? Birinin
elini tutmak mı insanı hayatta tutan, yoksa birinin elini tutma umudu
mu? Pilav üstü kurufasulye yemek mi, bunun gerçekleşeceği ana kadar
gereken sabır mı? Sen değil misin çölde susuzluktan ölmek üzere olan,
bir adım daha atacak hali kalmamış, akbabalara yem olacağından emin
olan. Sonra aynı sen değil mi ne kadar uzakta olduğu belli bile
olmayan vahaya doğru dünya rekoru kırarcasına koşan? Serapmış o, şimdi
sıçtın işte. Pilav üstü kuru da yok, elini tutacağın kimse de.

Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizginin farkında mısın? Ne kadar yakın
aslında. Bir cümle ile yok olabilirsin. Vücudun yaşamaya devam
edebilir ancak. Bunun adı da cehennemdir. Sen öldüysen ve vücudun
yaşıyorsa, yanmaktan başka hangi yol var?

Ne kadar geç ölürsen o kadar iyi o halde. Önce kalbin durmalı, sonra
kafan. Kafan önce durursa, işte sana cehennem. Kafası henüz durmamış
olanlar! Cennettesiniz, bunu bilin ve ona yaşayın, yüzünüz gülsün
biraz. Her an ölebilirsiniz. Cehennem bir cümle kadar uzakta!

06 Şubat 2012

Ah

Kimin ahını aldıysam özür dilerim. Kim bana neden bu kadar beddua etti, bir türlü anlayamıyorum. Kefaretimi ödemedim mi hala? Affet beni, her kimsen...

26 Ocak 2012

Çağ

20 sene önce bakkalların kapısında bakkal, berberlerin kapısında berber yazıyordu. Bugün bakkallarda market, berberlerde kuaför tabelası var. 20 sene sonra bakkallar AVM olacak. Peki berberler ne olacak? Cidden merak ediyorum.

Bir de Mr. and Mrs. Smith turn to the dark side esprisi geldi aklıma. Güle güle kullanın.

01 Ocak 2012

Tutku

Tutku nedir?

Bilmiyorum.

Benim için tutku nedir?

Bunu biraz biliyorum.

Nedense şimdi aklıma geldi bu kelime.

“Bana bir masal anlat baba” isimli gerzek şarkıyı dinlerken aklıma geldi. Demek o kadar da gerzek bir şarkı değilmiş. Bir zamanlar gerzek olduğunu düşündüğüm, büyüyünce hala daha gerzek olduğunu düşündüğüm ve zamanla emin olduğum bir akrabamdan bile bişey öğrenmiştim. O kadar gerzek değil mi acaba? Yok yok gerzek. Konu dışı Arap. Pardon.

Ben de 1 seneyi aşkın süredir babayım. Pişman mıyım? Birçok açıdan evet. Bencil olsa idim çok memnun olurdum baba olmaktan. Üstüne üstlük utanmadan mutlu bile olabilirdim. Acı. Hangisi daha acı bilmiyorum. Annelik gibi bişey değil babalık. Nasıl bişey bilmiyorum, anlatılır gibi değil. Belki de anlatılabilirlik açısından anne olmak gibidir.

Ama aklıma abim geldi. Sonra da babam. Şarkıyı dinlerken aklıma abim geldiği zaman gülümsediğimi farkettim; aklıma abim geldiği zaman gülümsememin tersine döndüğünü farkettiğimde...

Kafan güzelken başladığın yazıyı yarım bırakır, ertesi gün son derece dinç kafa ile okuyup birşey anlamazsan boşuna yazmışsındır. Hisler sabir durmuyor demek ki. Dün hissettiğin şeyin yerinde bugün yeller esiyor. Ya da sandığın içine geri kaçıyor, sandığın anahtarı ile birlikte.

Tutku nedir gerçekten? Yani bir bisküvi markası olacak kadar düşmüş (belki de yüce) bir his mi? Yüce olmalı, yoksa bisküviye bu isim verilmezdi, ne bileyim, kamyon lastiğine soğuk kaplama yapılır ya, belki kısaca “soğuk kaplama” denirdi. Soğuk kaplama da aslında o kadar yüce bir kelime, milli açıdan bakarsan. Nitekim memleketimde kullanılan lastiklerin neredeyse tamamı ithal ediliyor. Demek ki soğuk kaplama denen şey sayesinde döviz içerde kalıyor, memleket kalkınarak muhasır medeniyetler seviyesine çıkıyor. Hepsi soğuk kaplamacılar sayesinde. Bir gün bir bisküvi firmam olursa, ilk ürüne “soğuk kaplama” adını vereceğim. Son ürünüm o olsa bile bunu yapacağım.

Etrafımda reklamcı insanlar vardı bir dönem. Yani bir dönem beraber zaman geçiriyorduk. Hala arkadaşlarım onlar, ancak daha seyrek görüşebiliyoruz. Benim dünyayı kurtarmam gerektiği için arkadaşlarıma zaman ayıramıyorum. Neyse, onlar sayesinde “hedef kitle” diye bir terim öğrendiydim. Şimdi bir insan bisküviye “Tutku” markasını koyduğu zaman hedef kitlesi ne olur? Takılıyorum arkadaş böyle boktan şeylere, ne yapayım? Muhtemelen köyde doğup köyde büyümüş, hiç şehirde yaşamamış, gün doğarken uyanıp çalışmaya başlayan, yatsıyı kılıp uyuyan yaşlı amca hedef kitlesi değildir muhtemelen. Hayır pardon. Saçmalıyorum. Saçmalarken bile aklıma aynı anda 10 tane senaryo geliyor. O yaşlı amca da tutkulu bir insan olabilir pekala. Bu durumda çocuklar hariç herkes hitap kitlesi. Neden çocuklar hariç? Bilmiyorum. Muhtemelen eril hormonlar salgılanmaya başlamadan tutku denen şey ortaya çıkmıyordur. Demek işin içinde en az bir adet Freud var! Evet, nerden nereye. Demek ki “Tutku” markası ile lanse edilen, bakkallardan marketlerden ısrarla istenen ürünün hedef kitlesinde olabilmek için üreme organlarımızdan normalde akmayan sıvıların akmaya başlaması gerekiyormuş. Ergenliğe adım atan gençler marketten Hustler alırken yanında Tutku isimli bisküviyi de isteyebilirlermiş.

Bugün ne öğrendik? Bi bok öğrenmedik yine. Aynı yerimizde sayıyoruz. Tutkunun ne olduğunu irdelemeye çalışacaktık, sıçtık. Ortada kaldı herşey. Ot içip yazacağım bir dahakine. Sonra da ayılmadan yayınlayacağım. Ama nerede yayınladığımı da bilmem lazım. Kendime mail atmalıyım.