Memlekette kimsenin pek umurunda olmasa da, Yuri Gagarin abinin Vostok 1 ile Dünya etrafındaki 108 dakikalık gezisinin 50. yılı yarın.
Önemli mi? Bizim için pek de önemli değil.
Fukushima'daki olayları Dünyada en az sorgulayan biz olmadık mı? Tam o hafta İbrahim Tatlıses vurulmuş olmasa idi belki biraz daha fazla ilgilenirdik.
Bu da öyle bişey işte. 50 sene önce, daha cep telefonunun hayalden ibaret olduğu, belki hayal bile olamadığı bir zamanda olmuş bir olay bu uzaya gidiş. O zaman naylon torba bile yoktu. Tükenmez kalemler yoktu belki. Dünya o kadar ilerledi, teknoloji o kadar ileri gitti ki 50 senede, 50 sene öncesini hatırlayan ninelerle konuşmak gerek anlamak için. "Elektrik yoktu, radyo yoktu" diye başlarlar genelde hikayeye. Bazısı konuya buzdolabı yoktu diye girerek elektriğin olmadığını hatırlar. Şu anda elektrik de var, radyo da var. 1900MHz'de iletişim kurabilen cepte taşınır aygıtlar var. 50 sene sonra ne olacağını insan hayal edemiyor, 50 sene önce bugünü hayal edememiş olmak gibi.
Eee? Büyük ulusumuz, yenilmez ülkemiz, Orta Asya'dan at sırtında gelip 7 cihanda 700 yıl hüküm sürmüş, Büyük Hunların torunları, Kudretli Osmanlı'nın çocukları olan bizlerin uzay programları ne alemde?
Başka ülkede fason yaptırılıp yine başka ülkede başka bir fasoncuya fırlattırdığımız 3 tane kıçı kırık TV uydumuz var diye kendimizi fasulye gibi nimetten sayıyoruz. Tebrik ederim. Hani bi sike yarayan iş için göndermiş olsak tamam da, hayatta sigaradan sonra insanın kendine yaptığı en büyük kötülük olan TV için fırtlatılmış uydulardan bahsediyoruz.
Haaa, yeri gelince Çin malını beğenmemeler, ona buna bok atmalar, o dost bu düşman diye kaağve kültürü kokan dedikoduvari konuşmalar, o emperyalist, bu kapitalist, bu komunist... Valla millet it gibi çalışıyo, it gibi yatırım yapıyo, herşeyi hesaplıyo. Biz iyi olacağını "hissederek" iş yapan bir millet olduğumuzdan kelli, ne uzaya gidebilmişiz, ne uzaya kendimiz bişey gönderebilmişiz. Uzay muhabbeti şu sıra 50 - 60 yaş arası büyüklerimizin Star Trek hayranlığı ile başlayıp yakın dönem Türk gençlerinin Star Wars Episode III'ü ile sona ermiş. Süper değil mi? Yaşasın İnek Şaban!
Herkes yıllarca dalga geçti ama bana öyle geliyo ki, Türkiye'de -işin uzmanlarını tabii ki muaf tutarak söylüyorum- uzay konusunu en basit ve en doğru şekilde anlayan adam Mustafa Topaloğlu anasını satayım. Onun maksadı farklı idi ama...
11 Nisan 2011
04 Nisan 2011
İntikam Timi - Kadına Yönelik Şiddet - Evin Erkeği
Şiddet hemen hemen hiçbir zaman -diplomalı ruh hastası insanları konu dışı bırakarak- istekle yapılan birşey değildir. Özellikle güçlünün güçsüze hobi olarak şiddet uygulaması şüphesiz reddedilmesi gereken bir unsurdur.
Ben de tam olarak bu durumdan muzdaripim: Temizlikçi kadın saldırıları!
Yaklaşık 1000 seneden beri eve her gelen temizlikçi kadınla çeşitli ihtilaflarımız olmuştur. Tabii ki bu ihtilaflar direk kadınlarla değil, anne aracılığı ile sürdürülmüştür. Ancak sonuç alınamamıştır.
Bilgisayarım hayatımdaki en kıymetli şeylerimden biri. En özel eşyam hatta. Hayatımın en yalnız zamanlarındaki tek arkadaşım. Yurt dışındaki kardeşlerimle -tek olmasa bile- önde gelen iletişim kaynağım. Eğlencem. Dünyaya açılan kapım. Sırdaşım. Kısacası çok önem verdiğim, minik elektrik akımlarını işleyen cihaz.
Şimdi benim bu kadar önem verdiğim bir eşya-ötesi şeye, bir temizlikçi kadının eşyaları içerisinden ne gibi bir analog bulabiliriz? Cep telefonu+televizyon+çaydanlık+...??? Hangi eşyalarının toplamıdır mesela o kadın için?
Benim bilgisayarım kadın için önemli bir eşya değil tabii ki. Evinde bilgisayar varsa bile -ki artık bilgisayara bilgisayar değil, internet diyolar- çocukların haftada bir format atmaya gönderdiği para yiyen (ayda 29.9 internet + haftada 20 TL format ücreti + derslerinden geri kalan çocuklar) cihaz. Onun için benim bilgisayarım da aynı kategoride olmalı.
Tamam, temizlikçi kadın anlamıyo, bilmiyo, öküzün hayvanın teki. Ah be insanlar, benimle aynı evde yaşayan insanlar! Beni tanıyan insanlar! Beni önemseyen insanlar! Bu zulüm bana neden yapılırken bir "dur" demiyorsunuz? Bir bilgisayar, yanındaki 3-5 ekipmanla ne kadar yer işgal edebilir, ne kadar toz tutabilir, ne kadar pis olabilir? Evde her yer pırıl pırıl oldu da temizlikçi kadın bi tek benim bilgisayarıma mı kaldı?
İlk paragrafta anlattığım gibi, mücadele eşit şartlarda yapılmalı. Ben de temizlikçi kadın evinde değilken gidip, para karşılığı onun cep telefonunu kurcalayabilmeli,
televizyonunun kanallarının yerlerini değiştirebilmeli, büfesindeki bibloların yerlerini değiştirmeli, bir kısmını "bunlar bence güzel değil" düşüncesi ile kaldırabilmeliyim. Eşit şartlarda mücadele böyle olmalıdır. Mücadeleyi eşit hale getirmek mümkün müdür peki? HAYIR!
Herkes kadına yönelik şiddeti manşetlerde bağır çağır yazarken, erkeği şiddete yönelmeye meylettirmeden kimse bahsetmiyor. Ben sanmıyorum ki karı koca, ya da herhangi iki insan diyelim, evlerinde, dışarda, bir mekanda huzur içinde otururken hayatlarına heyecan katmak için biri diğerini kessin. Ben mesela hiç düşünmeden temizlikçi kadını kesebilirim. İçimde bir pişmalık kırıntısı bile oluşmayacaktır. Mutlu bile olabilirim. Libidom yükselir, yepyeni cinayetlere yelken açarım. Hayattan tad almaya başlarım. Yine bana ait olduğundan emin olduğum bir bilgisayarım olur. Mutlu olurum, sevgi dolu olurum, ya da hayatımda bi sik olmaz, aynen devam ederim. Ama sinir olduğum bir insan eksilir. Hapishanede ona tiradlar yazarım filan. Ya da o sadece ellemesin, ben de onu öldürmeyeyim. Aramızda ticari bir ilişki olarak var olsun bu sözleşme.
Ya da her sabah evden çıkarken bilgisayarımı arka nahiyeme monte edeyim, ruhen güven, fiziken ızdırap içinde sürdüreyim hayatımı. Nedir arkadaşlar bu işin çaresi? Masanın üzerinde duran bilgisayarın etrafına jiletli tel mi çekeyim, elektrik mi vereyim, ne yapayım bilemiyorum yahu. Ya, şu istek çok basit değil mi? Yerine getirilmesi bu kadar zor mu? Dokunma arkadaş. Hatta süper kolay yani, dokunmamak için değil, dokunmak için enerji harcaman gerekli anasını satayım. Elleme, bakma bile! Ben senin evindeki büfende duran çeyizinden kalma eşyalarına bakıyo muyum? Sen de benim bilgisayarıma bakma. Yalvarmak için üste para verilir mi ya? Nasıl bir ilişkidir bu allahım!
Pöfff....
Ben de tam olarak bu durumdan muzdaripim: Temizlikçi kadın saldırıları!
Yaklaşık 1000 seneden beri eve her gelen temizlikçi kadınla çeşitli ihtilaflarımız olmuştur. Tabii ki bu ihtilaflar direk kadınlarla değil, anne aracılığı ile sürdürülmüştür. Ancak sonuç alınamamıştır.
Bilgisayarım hayatımdaki en kıymetli şeylerimden biri. En özel eşyam hatta. Hayatımın en yalnız zamanlarındaki tek arkadaşım. Yurt dışındaki kardeşlerimle -tek olmasa bile- önde gelen iletişim kaynağım. Eğlencem. Dünyaya açılan kapım. Sırdaşım. Kısacası çok önem verdiğim, minik elektrik akımlarını işleyen cihaz.
Şimdi benim bu kadar önem verdiğim bir eşya-ötesi şeye, bir temizlikçi kadının eşyaları içerisinden ne gibi bir analog bulabiliriz? Cep telefonu+televizyon+çaydanlık+...??? Hangi eşyalarının toplamıdır mesela o kadın için?
Benim bilgisayarım kadın için önemli bir eşya değil tabii ki. Evinde bilgisayar varsa bile -ki artık bilgisayara bilgisayar değil, internet diyolar- çocukların haftada bir format atmaya gönderdiği para yiyen (ayda 29.9 internet + haftada 20 TL format ücreti + derslerinden geri kalan çocuklar) cihaz. Onun için benim bilgisayarım da aynı kategoride olmalı.
Tamam, temizlikçi kadın anlamıyo, bilmiyo, öküzün hayvanın teki. Ah be insanlar, benimle aynı evde yaşayan insanlar! Beni tanıyan insanlar! Beni önemseyen insanlar! Bu zulüm bana neden yapılırken bir "dur" demiyorsunuz? Bir bilgisayar, yanındaki 3-5 ekipmanla ne kadar yer işgal edebilir, ne kadar toz tutabilir, ne kadar pis olabilir? Evde her yer pırıl pırıl oldu da temizlikçi kadın bi tek benim bilgisayarıma mı kaldı?
İlk paragrafta anlattığım gibi, mücadele eşit şartlarda yapılmalı. Ben de temizlikçi kadın evinde değilken gidip, para karşılığı onun cep telefonunu kurcalayabilmeli,
televizyonunun kanallarının yerlerini değiştirebilmeli, büfesindeki bibloların yerlerini değiştirmeli, bir kısmını "bunlar bence güzel değil" düşüncesi ile kaldırabilmeliyim. Eşit şartlarda mücadele böyle olmalıdır. Mücadeleyi eşit hale getirmek mümkün müdür peki? HAYIR!
Herkes kadına yönelik şiddeti manşetlerde bağır çağır yazarken, erkeği şiddete yönelmeye meylettirmeden kimse bahsetmiyor. Ben sanmıyorum ki karı koca, ya da herhangi iki insan diyelim, evlerinde, dışarda, bir mekanda huzur içinde otururken hayatlarına heyecan katmak için biri diğerini kessin. Ben mesela hiç düşünmeden temizlikçi kadını kesebilirim. İçimde bir pişmalık kırıntısı bile oluşmayacaktır. Mutlu bile olabilirim. Libidom yükselir, yepyeni cinayetlere yelken açarım. Hayattan tad almaya başlarım. Yine bana ait olduğundan emin olduğum bir bilgisayarım olur. Mutlu olurum, sevgi dolu olurum, ya da hayatımda bi sik olmaz, aynen devam ederim. Ama sinir olduğum bir insan eksilir. Hapishanede ona tiradlar yazarım filan. Ya da o sadece ellemesin, ben de onu öldürmeyeyim. Aramızda ticari bir ilişki olarak var olsun bu sözleşme.
Ya da her sabah evden çıkarken bilgisayarımı arka nahiyeme monte edeyim, ruhen güven, fiziken ızdırap içinde sürdüreyim hayatımı. Nedir arkadaşlar bu işin çaresi? Masanın üzerinde duran bilgisayarın etrafına jiletli tel mi çekeyim, elektrik mi vereyim, ne yapayım bilemiyorum yahu. Ya, şu istek çok basit değil mi? Yerine getirilmesi bu kadar zor mu? Dokunma arkadaş. Hatta süper kolay yani, dokunmamak için değil, dokunmak için enerji harcaman gerekli anasını satayım. Elleme, bakma bile! Ben senin evindeki büfende duran çeyizinden kalma eşyalarına bakıyo muyum? Sen de benim bilgisayarıma bakma. Yalvarmak için üste para verilir mi ya? Nasıl bir ilişkidir bu allahım!
Pöfff....
02 Nisan 2011
Milli Eğitim, Sendromsal Durumlar
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1116188 adresindeki haber beni benden aldı. Uzun zaman önce Türk Milli Eğitimi'nin en başarısız projesinin İngilizce öğretimi olduğunu düşünüyordum. Sağolsunlar araştırmışlar etmişler, haklı olduğumu söylemişler. Sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim.
Belki 20 yıldan uzun süredir hemen hemen tüm ortaokul ve liselerde İngilizce zorunlu ders olarak okutuluyor. Son yılları bilmiyorum, etrafımda genç insanlar yok artık. Bunca emek, zaman ve nakit harcanan -adı batsın- sistemli bir İngilizce öğretiminin sonucunda elimizde "What is your name?" sorusuna "Fine thanks, and you?" diye cevap veren nesiller var. Süper değil mi?
Gerçi en az İngilizce kadar matematik konusunda da sonuna kadar başarısız insanlarız. Eğer bakkaldan ekmek alırken, dolmuşa para verirken toplama - çıkarma yapmak zorunda kalmış olmasak, "2 + 3 = ?" sorusuna da dengesiz cevaplar verebilirdik. Tabii ki "2 - 3 = ?" sorusuna halen dengesiz cevaplar veriyoruz, "2'den 3 çıkmaz" gibi. Matematik ile ilgili de benzer bir araştırma yapılsa keşke... (yolda yürürken herhangi bir çocuğu, komşunun oğlunu, yeğeninizi filan çevirip altı kere sekiz diye sorun, bakın kaç değişik cevap alacaksınız, şaşıracaksınız).
20 sene sonra memleketin hali nice olacak sorunsalından daha önemlisi, 20 sene sonra memlekettekilerin hali nice olacak sorunsalıdır. Mevcut eğitim, sistematik olarak çocukları ve gençleri okumaktan, düşünmekten, matematikten, fizikten, tarihten, coğrafyadan nefret ettiriyor; bunu çok iyi biliyoruz. Matematik ve fizik dersleri verdiğim dönemde, yarısı kadar zeki olmak için çocuğumu keseceğim genç arkadaşların en basit sorular karşısında nasıl kıvrandığını çok iyi hatırlıyorum. Çok şaşırmış olduğumu da hatırlıyorum. Nispeten iyi bir okulda okuduğum için bize formül denen şeyin ne olduğu açıklanmış, bir formüle bakınca ne görmemiz gerektiği öğretilmişti. Bunu öğretmek için de aslında pek fazla çaba sarfedilmemişti; ne öğrenmesi ne de öğretilmesi zor şeyler değil. Ama istek gerekiyor maalesef.
Herkes kapısının önünü süpürse geyikleri vardır ya, işte sorun orada herhalde. Herkes önündeki işi, mükemmeli geçtim, yeteri kadar iyi yapsa, İspanya 2. lig takımlarının tamamının ilk 11'lerini ezbere sayabilip, Türkiye'nin coğrafi bölgelerini sayamayan insanlar sonunda kendilerini kaderin sillesi ile öğretmen olarak bulamazlardı.
Gitmem lazım şimdi.
Belki 20 yıldan uzun süredir hemen hemen tüm ortaokul ve liselerde İngilizce zorunlu ders olarak okutuluyor. Son yılları bilmiyorum, etrafımda genç insanlar yok artık. Bunca emek, zaman ve nakit harcanan -adı batsın- sistemli bir İngilizce öğretiminin sonucunda elimizde "What is your name?" sorusuna "Fine thanks, and you?" diye cevap veren nesiller var. Süper değil mi?
Gerçi en az İngilizce kadar matematik konusunda da sonuna kadar başarısız insanlarız. Eğer bakkaldan ekmek alırken, dolmuşa para verirken toplama - çıkarma yapmak zorunda kalmış olmasak, "2 + 3 = ?" sorusuna da dengesiz cevaplar verebilirdik. Tabii ki "2 - 3 = ?" sorusuna halen dengesiz cevaplar veriyoruz, "2'den 3 çıkmaz" gibi. Matematik ile ilgili de benzer bir araştırma yapılsa keşke... (yolda yürürken herhangi bir çocuğu, komşunun oğlunu, yeğeninizi filan çevirip altı kere sekiz diye sorun, bakın kaç değişik cevap alacaksınız, şaşıracaksınız).
20 sene sonra memleketin hali nice olacak sorunsalından daha önemlisi, 20 sene sonra memlekettekilerin hali nice olacak sorunsalıdır. Mevcut eğitim, sistematik olarak çocukları ve gençleri okumaktan, düşünmekten, matematikten, fizikten, tarihten, coğrafyadan nefret ettiriyor; bunu çok iyi biliyoruz. Matematik ve fizik dersleri verdiğim dönemde, yarısı kadar zeki olmak için çocuğumu keseceğim genç arkadaşların en basit sorular karşısında nasıl kıvrandığını çok iyi hatırlıyorum. Çok şaşırmış olduğumu da hatırlıyorum. Nispeten iyi bir okulda okuduğum için bize formül denen şeyin ne olduğu açıklanmış, bir formüle bakınca ne görmemiz gerektiği öğretilmişti. Bunu öğretmek için de aslında pek fazla çaba sarfedilmemişti; ne öğrenmesi ne de öğretilmesi zor şeyler değil. Ama istek gerekiyor maalesef.
Herkes kapısının önünü süpürse geyikleri vardır ya, işte sorun orada herhalde. Herkes önündeki işi, mükemmeli geçtim, yeteri kadar iyi yapsa, İspanya 2. lig takımlarının tamamının ilk 11'lerini ezbere sayabilip, Türkiye'nin coğrafi bölgelerini sayamayan insanlar sonunda kendilerini kaderin sillesi ile öğretmen olarak bulamazlardı.
Gitmem lazım şimdi.
29 Mart 2011
So Long And Thanks For All The Fish
Dedi ki bana, işte yok o fotolar dedi, neden koydun dedi, ben zaten onları çektiğime pişman oldum dedi. Eee, dedim, yani neden olmasın, neden koymayayım ki dedim. Arkadaşlarım görmüş dedi. Arkadaşlarını sileyim o zaman arkadaşlıktan dedim. Peki o zaman arkadaşlarım benim sayfama girince bilmemne bilmemne dedi. Ne bileyim dedim, sen benim arkadaşlarımın fotolarını görebiliyo musun dedim. Düşündü. Konuyu, eğlenmek için son derece alakasız bir şekilde ağın çalışma sistemi ile ilgili detaylara çektim, o da peşimden geldi.
Sen şimdi ortada aslında bir sebep olmadığını, sadece istemediğin için fotoları kaldırmam gerektiğini söylüyosun dedim. Hayır dedi, çünkü dedi, o görünce bu görünce dedi. O kadar dedi, devamında bişey söylemedi. Ben de bir cevap alabileceğimi düşünmemiştim; en azından öyle bir beklenti içine girme ümitlerimi bir süre önce terk etmiştim.
İnatçı ve terk edişçi karakter olarak üyeliğimi iptal ettim. O bile yok olmaz diyosa böyle şeye, başka insanlar kendi fotoları ile ilgili neler söylemezler ki... Haa, benim tayt üzeri donla çekilmiş fotolarım, hela taşında ana cadde üzerinde çekilmiş fotolarım var bu arada. Onlar da afiş şeklinde duruyordu. Bugün bir arkadaşım "vejeteryan adama 'çocuğunu aldıracak mısın' diye sorulmaz" dedi. Bu da benzer bir durum.
Amaan, neyse. Madem ben onu arkadaşlarına karşı utandırdım (buradan başka bir sonuç çıkmıyor), o zaman arkadaşlarından, en azından o fotoları görmüş olan arkadaşlarından, hatta benim süpermen fotolarımı görmüş arkadaşlarından, hatta benim hela taşında zıçar pozisyonda çekilmiş ve yıllardır afişlerde izleyenlerle buluşmuş fotomu görmüş arkadaşlarından uzak durmam gerekir. Öyle değil mi?
Sen şimdi ortada aslında bir sebep olmadığını, sadece istemediğin için fotoları kaldırmam gerektiğini söylüyosun dedim. Hayır dedi, çünkü dedi, o görünce bu görünce dedi. O kadar dedi, devamında bişey söylemedi. Ben de bir cevap alabileceğimi düşünmemiştim; en azından öyle bir beklenti içine girme ümitlerimi bir süre önce terk etmiştim.
İnatçı ve terk edişçi karakter olarak üyeliğimi iptal ettim. O bile yok olmaz diyosa böyle şeye, başka insanlar kendi fotoları ile ilgili neler söylemezler ki... Haa, benim tayt üzeri donla çekilmiş fotolarım, hela taşında ana cadde üzerinde çekilmiş fotolarım var bu arada. Onlar da afiş şeklinde duruyordu. Bugün bir arkadaşım "vejeteryan adama 'çocuğunu aldıracak mısın' diye sorulmaz" dedi. Bu da benzer bir durum.
Amaan, neyse. Madem ben onu arkadaşlarına karşı utandırdım (buradan başka bir sonuç çıkmıyor), o zaman arkadaşlarından, en azından o fotoları görmüş olan arkadaşlarından, hatta benim süpermen fotolarımı görmüş arkadaşlarından, hatta benim hela taşında zıçar pozisyonda çekilmiş ve yıllardır afişlerde izleyenlerle buluşmuş fotomu görmüş arkadaşlarından uzak durmam gerekir. Öyle değil mi?
24 Mart 2011
İlk Defa İnternet Sitesi Şikayet Ettim!
Olur olmaz sitelerin kapatılması sonucu işlerimin aksamasıyla ağzım bozulmakta, sitenizde 5 numara ile belirtilen müstehcenlik ortaya çıkmaktadır.
Ağzımı bozmama sebep olan durum http://sites.google.com/ adresidir. Bu site dahilinde firmama ait web sayfası da mevcuttur. Kapatılan site sonucu internetten beni bulacak müşterilerimin önü kesilmekte, yapılacak ticaret sonucu devlet babaya ödeyeceğim vergiye yine devlet baba engel olmak sureti ile saçmalamaktadır. Bir binanın bodrum katında densiz birileri patlayıcı imal ediyor diye bütün ilçenin giriş - çıkışlarının kapatılmasının ne kadar akilane bir durum olduğu tartışmaya mahal vermeyecek derecede ortadadır. Bu bağlamda Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı sitesinin müstehcen durumlar ortaya çıkarıyor olması çok daha mantıklıdır; başkanlığın sitesi kapatılmalıdır.
İlginize teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim.
**********
Az önce http://www.ihbarweb.org.tr/ adresine http://www.tib.gov.tr/ adresini şikayet ederken yazdığım gerekçedir.
Ağzımı bozmama sebep olan durum http://sites.google.com/ adresidir. Bu site dahilinde firmama ait web sayfası da mevcuttur. Kapatılan site sonucu internetten beni bulacak müşterilerimin önü kesilmekte, yapılacak ticaret sonucu devlet babaya ödeyeceğim vergiye yine devlet baba engel olmak sureti ile saçmalamaktadır. Bir binanın bodrum katında densiz birileri patlayıcı imal ediyor diye bütün ilçenin giriş - çıkışlarının kapatılmasının ne kadar akilane bir durum olduğu tartışmaya mahal vermeyecek derecede ortadadır. Bu bağlamda Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı sitesinin müstehcen durumlar ortaya çıkarıyor olması çok daha mantıklıdır; başkanlığın sitesi kapatılmalıdır.
İlginize teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim.
**********
Az önce http://www.ihbarweb.org.tr/ adresine http://www.tib.gov.tr/ adresini şikayet ederken yazdığım gerekçedir.
05 Şubat 2011
Yasak mı? Özgürlük ne ki?
Bir arkadaşımın blogger'a yazdığı bir yazıya "adsız" tarafından verilen cevaba verdiği cevabı okudum az önce.
Arkadaşımın sayfasına kusup ortalığı kepaze etmemek için orada yazdığım yoruma buradan devam etmek isterim.
Ev ödevi: "Özgürlük nedir"
"Adsız" rumuzlu arkadaşa yeteri kadar süre verilsin İnci Hanım, çalışıp gelsin. Özgürlüğün ne olduğu öğrenilsin, dönem ödevi olarak herkese anlatılsın, açıklansın. 10 tane özgürlük tanımı yok ki, 1 tane var!
Mümkünse önyargı, insanların özel hayatına müdahale, bilgisizlik ve fikirsizlik, yorumlama kabiliyeti yoksunluğu, öngörü zayıflığı, vasıfsız fikirler vb. konuları, "Özgürlük Nedir" konulu dönem ödevinden sonraya bırakalım.
Ayrıca 16 yaşından küçüklere 2 tekerlekli bisiklete binmeyi, 14 yaşından küçüklere sokakta yalnız başına dolaşmayı (kızsa 25 olsun hatta), ilk ve ortaöğretim sınıflarının camlarının parmaklıksız olmasını... da bakanlar kurulu kararı ile yasaklamalıyız. Ne olur ne olmaz! Yurt konusuna hiç girmek istemedim şimdi.
İnsanoğlu mağaradan çıkalı yeteri kadar zaman geçmiş olmalı. Esasen mağaradan hiç çıkmamış olmayı tercih eden azınlık içinde olduğumu söyleyebilirim. Şu zamana kadar (32 sene) gördüğüm şeyler ile ilgili kafamda birçok fikir oluştu. Çok farklı ortamlarda bulundum, Aczi Mendi ayinine de katıldım, Suicidal Tendencies konserinde stage dive da yaptım. Çok farklı insanlarla sohbetlerim oldu, olmadık konularda olmadık şeyler öğrendim.
Konu ile ilgili söyleyebileceğim şey şudur. İnsana sorumluluk verdiğin zaman insan o sorumluluğu taşır, bu sorumluluk sayesinde gelişir, büyür, daha fazla sorumluluk alabilir hale gelir. Sorumluluk bilinci sayesinde, zamanı geldiğinde parasını kazanır, aile olur, toplumda "normal" yahut "olması beklenen" kişi olur. Önemli olan sorumluluğun varlığının bilincinde olması, bunu erken yaşta kişiye kazandırmaktır. (Bunun doğruluğu tartışılır, anlatmak istediğim şey sonraki paragrafta).
Özgürlük konusu tam olarak aynı şekilde ifade edilebilir. İnsana özgürlüğü vakitlice verirseniz, bunu nasıl kullanması gerektiğini öğretirseniz, özgürlükle erken yaşta tanışarak, aslında bunun da bir sorumluluk olduğunu gösterebilirseniz, köşedeki bakkalda kokain satılsa da "normal" bir insan gidip onu alıp koklamaz.
Fekaaat...
İnsanı insan yerine koymaya askerden ya da evlendikten sonra başlarsanız, sorumluluk nedir, özgürlük nedir, hatta insan nedir bilmeden bilmemkaç yaşına gelirse, eline geçen 1 şişe rakı ile ne yapacağını bilemezse, yetiştireceği nesil kendisinden daha kötü olur. Yeteri kadar kuşak sonra, artık dengesizlikten geçilmeyen, "normal" kalmamış bir ortamda, dengesiz önceki kuşak, dengesiz sonraki kuşağa kanun adı altında sayısız dayatma ile haklı gibi görünen gerekçeler sunabilir.
Şimdi, burada hata kimde? Özgür olmanın ne demek olduğunu bilmeyen kuşaklarda mı? Özgürlüğün ne olduğunu anlamaktan korkanlarda mı? Özgür olmayı sadece en temel hakla sınırlı tutmayı ve 1984 dünyası yaratmaya çalışan ileri görüşsüz -sözümona- idarecilerde mi?
Biraz yukarıda "yeteri kadar kuşak sonra" dememin sebebi de bu. Aslında ortada bir suçlu, kabahatli bulmak pek mümkün değil. Peki nedir bu işin çaresi? Bu süregelimde her yeni doğan bebek ile toplum biraz daha geri gitmek zorunda kalıyor. Kafaların içi (örümcek kafa tabirinden hoşlanmam, aslında burada yeri de yok) gittikçe daha boş kalıyor. Matematik gibi ulvi ve bir o kadar da temel bilim (ihtiyaç) çoluk çocuğa korkulu rüya gibi sunuluyor. Türkçe konuşabilen kimse kalmadı, bir yandan sanki Türkçe eğitim süpermiş gibi anadilde eğitim deniyor. Saçma bir propoganda, korku rejimi, beyin yıkama süreci durmadan, her an, her dakika devam ediyor.
Tyler Durden'ın "Let go" kelimeleri beni çok etkilemişti. Bu işin bir çaresi var aslında. Pat diye çözülecek birşey değil. Yukarıdan bize uygulanabilecek birşey de değil. Mevcut şartlar altında herkes önce kendini adam etmek zorunda. Televizyon seyretmeyi bırakarak işe başlanabilir mesela. Onun yerine insanlarla iletişim kurmak, kitap okumaya başlamak uygun bir yöntem gibi görünüyor. Okurken sadece senin fikrini destekleyeni değil, özellikle karşıt fikirlerin temellerini okumak, tartışacağın insanların neyi temel aldığını öğrenmek, varsa onun boşluklarını ortaya çıkarmaya çalışarak bir nevi kendi sudokunu kendin yap-çözerek kafayı doldurmak... Radikal uçlar hakkında bilgi edinmek, ama Show TV'den değil. Ne olursa olsun önce televizyon terkedilmeli. Bununla ilgili alternatif yok. Yeterli süre televizyondan uzak kalınca (bu süre kişiden kişiye değişir herhalde), insanların "en kaliteli yayın" diye seyrettikleri şeylerin ne kadar maymun viyaklaması olduğunu daha iyi görürsün. Kitap okudukça daha fazla sorgulayan bakışlara sahip olursun. Hiç olmadı, gidip ruhunu dinginleştirebileceğin bişeyler bul be arkadaşım!
Çok uzatmışım. Bilmeyenler öğrensin, ben mi anlatacağım kimsenin okumadığı blog'da. "Özgürlük Nedir" diye sorun Google Abi'ye. Gavurcanız varsa daha fazla kaynağa da ulaşabilirsiniz. Hala öğrenmeyip papağanlık yapacam diyosanız da ananızın üreme organına kadar yolunuz var.
Arkadaşımın sayfasına kusup ortalığı kepaze etmemek için orada yazdığım yoruma buradan devam etmek isterim.
Ev ödevi: "Özgürlük nedir"
"Adsız" rumuzlu arkadaşa yeteri kadar süre verilsin İnci Hanım, çalışıp gelsin. Özgürlüğün ne olduğu öğrenilsin, dönem ödevi olarak herkese anlatılsın, açıklansın. 10 tane özgürlük tanımı yok ki, 1 tane var!
Mümkünse önyargı, insanların özel hayatına müdahale, bilgisizlik ve fikirsizlik, yorumlama kabiliyeti yoksunluğu, öngörü zayıflığı, vasıfsız fikirler vb. konuları, "Özgürlük Nedir" konulu dönem ödevinden sonraya bırakalım.
Ayrıca 16 yaşından küçüklere 2 tekerlekli bisiklete binmeyi, 14 yaşından küçüklere sokakta yalnız başına dolaşmayı (kızsa 25 olsun hatta), ilk ve ortaöğretim sınıflarının camlarının parmaklıksız olmasını... da bakanlar kurulu kararı ile yasaklamalıyız. Ne olur ne olmaz! Yurt konusuna hiç girmek istemedim şimdi.
İnsanoğlu mağaradan çıkalı yeteri kadar zaman geçmiş olmalı. Esasen mağaradan hiç çıkmamış olmayı tercih eden azınlık içinde olduğumu söyleyebilirim. Şu zamana kadar (32 sene) gördüğüm şeyler ile ilgili kafamda birçok fikir oluştu. Çok farklı ortamlarda bulundum, Aczi Mendi ayinine de katıldım, Suicidal Tendencies konserinde stage dive da yaptım. Çok farklı insanlarla sohbetlerim oldu, olmadık konularda olmadık şeyler öğrendim.
Konu ile ilgili söyleyebileceğim şey şudur. İnsana sorumluluk verdiğin zaman insan o sorumluluğu taşır, bu sorumluluk sayesinde gelişir, büyür, daha fazla sorumluluk alabilir hale gelir. Sorumluluk bilinci sayesinde, zamanı geldiğinde parasını kazanır, aile olur, toplumda "normal" yahut "olması beklenen" kişi olur. Önemli olan sorumluluğun varlığının bilincinde olması, bunu erken yaşta kişiye kazandırmaktır. (Bunun doğruluğu tartışılır, anlatmak istediğim şey sonraki paragrafta).
Özgürlük konusu tam olarak aynı şekilde ifade edilebilir. İnsana özgürlüğü vakitlice verirseniz, bunu nasıl kullanması gerektiğini öğretirseniz, özgürlükle erken yaşta tanışarak, aslında bunun da bir sorumluluk olduğunu gösterebilirseniz, köşedeki bakkalda kokain satılsa da "normal" bir insan gidip onu alıp koklamaz.
Fekaaat...
İnsanı insan yerine koymaya askerden ya da evlendikten sonra başlarsanız, sorumluluk nedir, özgürlük nedir, hatta insan nedir bilmeden bilmemkaç yaşına gelirse, eline geçen 1 şişe rakı ile ne yapacağını bilemezse, yetiştireceği nesil kendisinden daha kötü olur. Yeteri kadar kuşak sonra, artık dengesizlikten geçilmeyen, "normal" kalmamış bir ortamda, dengesiz önceki kuşak, dengesiz sonraki kuşağa kanun adı altında sayısız dayatma ile haklı gibi görünen gerekçeler sunabilir.
Şimdi, burada hata kimde? Özgür olmanın ne demek olduğunu bilmeyen kuşaklarda mı? Özgürlüğün ne olduğunu anlamaktan korkanlarda mı? Özgür olmayı sadece en temel hakla sınırlı tutmayı ve 1984 dünyası yaratmaya çalışan ileri görüşsüz -sözümona- idarecilerde mi?
Biraz yukarıda "yeteri kadar kuşak sonra" dememin sebebi de bu. Aslında ortada bir suçlu, kabahatli bulmak pek mümkün değil. Peki nedir bu işin çaresi? Bu süregelimde her yeni doğan bebek ile toplum biraz daha geri gitmek zorunda kalıyor. Kafaların içi (örümcek kafa tabirinden hoşlanmam, aslında burada yeri de yok) gittikçe daha boş kalıyor. Matematik gibi ulvi ve bir o kadar da temel bilim (ihtiyaç) çoluk çocuğa korkulu rüya gibi sunuluyor. Türkçe konuşabilen kimse kalmadı, bir yandan sanki Türkçe eğitim süpermiş gibi anadilde eğitim deniyor. Saçma bir propoganda, korku rejimi, beyin yıkama süreci durmadan, her an, her dakika devam ediyor.
Tyler Durden'ın "Let go" kelimeleri beni çok etkilemişti. Bu işin bir çaresi var aslında. Pat diye çözülecek birşey değil. Yukarıdan bize uygulanabilecek birşey de değil. Mevcut şartlar altında herkes önce kendini adam etmek zorunda. Televizyon seyretmeyi bırakarak işe başlanabilir mesela. Onun yerine insanlarla iletişim kurmak, kitap okumaya başlamak uygun bir yöntem gibi görünüyor. Okurken sadece senin fikrini destekleyeni değil, özellikle karşıt fikirlerin temellerini okumak, tartışacağın insanların neyi temel aldığını öğrenmek, varsa onun boşluklarını ortaya çıkarmaya çalışarak bir nevi kendi sudokunu kendin yap-çözerek kafayı doldurmak... Radikal uçlar hakkında bilgi edinmek, ama Show TV'den değil. Ne olursa olsun önce televizyon terkedilmeli. Bununla ilgili alternatif yok. Yeterli süre televizyondan uzak kalınca (bu süre kişiden kişiye değişir herhalde), insanların "en kaliteli yayın" diye seyrettikleri şeylerin ne kadar maymun viyaklaması olduğunu daha iyi görürsün. Kitap okudukça daha fazla sorgulayan bakışlara sahip olursun. Hiç olmadı, gidip ruhunu dinginleştirebileceğin bişeyler bul be arkadaşım!
Çok uzatmışım. Bilmeyenler öğrensin, ben mi anlatacağım kimsenin okumadığı blog'da. "Özgürlük Nedir" diye sorun Google Abi'ye. Gavurcanız varsa daha fazla kaynağa da ulaşabilirsiniz. Hala öğrenmeyip papağanlık yapacam diyosanız da ananızın üreme organına kadar yolunuz var.
28 Ocak 2011
Tehlikeli Oyunlar
Tekrar tekrar bela okuyorum kendime. "Tehlikeli Oyunlar" ile "Monopoly on Sorrow" ikilisi ateşle barut gibi.
Bu adam nasıl yazmış, her seferinde hayret ediyorum. "Beyaz Mantolu Adam" da öyle idi. "Korkuyu Beklerken" de... "Tutunamayanlar" ile ilgili birşey söylememe gerek yok. Ama "Tehlikeli Oyunlar" (bundan sonra "kitap" diye hitap edilecektir) olacak gibi değil.
Daha 1/4'ünde bile değilim ama okumaktan korkuyorum. Çok tehlikeli. Korkup kendimi kapatıp bira + sigara + Suicidal Tendencies dinlediğimi az önce farkettim. Bir tek benim kafam böyle çalışıyor sanıyordum. Ya da aileye özgü birşey. Oğuz Atay beni yazmış! Kitabın kendisi benim için tehlikeli bir oyun. Korkuyorum anne!
Beni buraya atan, albayın evinde albaya ve yine onun gibi emekli albay arkadaşına çay demlemek için mutfağa girdiğinde düşündükleri idi. Hastalıklı! Benim kadar hastalıklı bir karakter, benim kadar hastalıklı bir yazar, benim kadar hastalıklı ben.
Sürekli takip ettiğim afilifilintalar'da bugün çıkan bir yazının ilk satırını okudum. Hikmet intihar ediyormuş. İlk satırı okudum ve can havliyle kapattım sayfayı. Allah kahretsin! Tolga da Fight Club vizyondayken "ikisi aynı kişiymiş" demişti. Allah hepinizin en uygunundan cezasını versin. Kitap daha tehlikeli. Film gibi değil. Bütün sinemalar yıkılsın, hepsi yayınevi veya kütüphane olsun. Araya reklam almasınlar. Okurken sigara da içebil. Ama kapanan sinemalar düğün salonu oluyor. Al sana Türk kafası. Kitap yazamazsam mutlaka çok para kazanıp kütüphane açmalıyım. Kitap çok sakıncalı. Sonunda Hikmet ölüyorsa gerçekten? Çok korkuyorum.
Okumaya devam edersem delirebilirim. Kitabı bırakırsam sonunu kendim yazıp yine delirebilirim. Oğuz Atay'ın neden genç yaşta öldüğünü şimdi daha iyi anlıyorum. Her kitabının her sayfasında. Allah kahretsin! Çok tehlikeli bir adam. Yıllar önce bıraktığı dinamit benim içimde patlamak üzere. Çevreye zarar vermesem Hikmet gibi. Yan apartmanda emekli bir albay var ama savaş görmemiş, beni anlayamaz ki! Zamanda ileriye doğru sürekli çırpınıyoruz, acaba yeteri kadar yavaşlasam geri gidebilir miyim? Oğuz Atay'la aynı evde yaşamak istiyorum. O zaman intihar edebilirim. Yani o zaman aslında ben doğmamış oluyorum. Çok zor o zaman intihar etmek.
Bir yandan da Oğuz Atay çok zorlu bir rakip. Ben de bişeyler yazmak istiyorum ama otomatik olarak aynı kulvardayım adamla. Dan Brown romanı yazacak değilim ya! Ben birşeyler karalıyorum, Oğuz Atay 40 sene önce onu yazmış oluyor. Çok kuvvetli cümleleri, kelimeleri, kendileri yüzünden başarısızlığın doruğunda yüzen karakterleri var. Daha iyisini, hatta daha kötüsünü beceremem. İş - güç hepsi yalan. Esas gerçek bilgisayarın yanında duran şu kitabın içinde usta bir el tarafından uygun şekilde yan yana yerleştirilmiş harfler ve noktalam işaretlerinde. Oğuz Atay ile ilgili paradoks var kafamın içinde. Yazdıklarını anlayacak olanların yazdıklarını okumaması gerekiyor. Korkuyorum.
Bu adam nasıl yazmış, her seferinde hayret ediyorum. "Beyaz Mantolu Adam" da öyle idi. "Korkuyu Beklerken" de... "Tutunamayanlar" ile ilgili birşey söylememe gerek yok. Ama "Tehlikeli Oyunlar" (bundan sonra "kitap" diye hitap edilecektir) olacak gibi değil.
Daha 1/4'ünde bile değilim ama okumaktan korkuyorum. Çok tehlikeli. Korkup kendimi kapatıp bira + sigara + Suicidal Tendencies dinlediğimi az önce farkettim. Bir tek benim kafam böyle çalışıyor sanıyordum. Ya da aileye özgü birşey. Oğuz Atay beni yazmış! Kitabın kendisi benim için tehlikeli bir oyun. Korkuyorum anne!
Beni buraya atan, albayın evinde albaya ve yine onun gibi emekli albay arkadaşına çay demlemek için mutfağa girdiğinde düşündükleri idi. Hastalıklı! Benim kadar hastalıklı bir karakter, benim kadar hastalıklı bir yazar, benim kadar hastalıklı ben.
Sürekli takip ettiğim afilifilintalar'da bugün çıkan bir yazının ilk satırını okudum. Hikmet intihar ediyormuş. İlk satırı okudum ve can havliyle kapattım sayfayı. Allah kahretsin! Tolga da Fight Club vizyondayken "ikisi aynı kişiymiş" demişti. Allah hepinizin en uygunundan cezasını versin. Kitap daha tehlikeli. Film gibi değil. Bütün sinemalar yıkılsın, hepsi yayınevi veya kütüphane olsun. Araya reklam almasınlar. Okurken sigara da içebil. Ama kapanan sinemalar düğün salonu oluyor. Al sana Türk kafası. Kitap yazamazsam mutlaka çok para kazanıp kütüphane açmalıyım. Kitap çok sakıncalı. Sonunda Hikmet ölüyorsa gerçekten? Çok korkuyorum.
Okumaya devam edersem delirebilirim. Kitabı bırakırsam sonunu kendim yazıp yine delirebilirim. Oğuz Atay'ın neden genç yaşta öldüğünü şimdi daha iyi anlıyorum. Her kitabının her sayfasında. Allah kahretsin! Çok tehlikeli bir adam. Yıllar önce bıraktığı dinamit benim içimde patlamak üzere. Çevreye zarar vermesem Hikmet gibi. Yan apartmanda emekli bir albay var ama savaş görmemiş, beni anlayamaz ki! Zamanda ileriye doğru sürekli çırpınıyoruz, acaba yeteri kadar yavaşlasam geri gidebilir miyim? Oğuz Atay'la aynı evde yaşamak istiyorum. O zaman intihar edebilirim. Yani o zaman aslında ben doğmamış oluyorum. Çok zor o zaman intihar etmek.
Bir yandan da Oğuz Atay çok zorlu bir rakip. Ben de bişeyler yazmak istiyorum ama otomatik olarak aynı kulvardayım adamla. Dan Brown romanı yazacak değilim ya! Ben birşeyler karalıyorum, Oğuz Atay 40 sene önce onu yazmış oluyor. Çok kuvvetli cümleleri, kelimeleri, kendileri yüzünden başarısızlığın doruğunda yüzen karakterleri var. Daha iyisini, hatta daha kötüsünü beceremem. İş - güç hepsi yalan. Esas gerçek bilgisayarın yanında duran şu kitabın içinde usta bir el tarafından uygun şekilde yan yana yerleştirilmiş harfler ve noktalam işaretlerinde. Oğuz Atay ile ilgili paradoks var kafamın içinde. Yazdıklarını anlayacak olanların yazdıklarını okumaması gerekiyor. Korkuyorum.
07 Ocak 2011
Adalet Ne Oldu - Önyargılar
Adalet -aslında yaşadığımız adalet demek daha doğru, ilahi adalet konu dışı- gözümde o kadar küçülmüş ve o kadar önyargı ile dolmuşum ki, hakaret içerdiği söylenen başbakana yazılmış bir mektubun sahibinin 10 ay hapis cezası alması konusunda, haberi okumadan, adamın haklı olduğunu düşündüm. "Kesin doğru yazmıştır pezevenk" cümlesi geçti kafamdan. Muhtemelen de öyledir -hala önyargı hala önyargı, yeter ArapSabunu-. Haberi de okumadım hani, önyargılarım değişmesin diye.
Önyargım değişti mi ben de değişirim mazallah. Sonra başıma haksız olduğum halde adli bir olay gelir, "bak ben demiştim" diyemem.
Neyse işim var şimdi...
Önyargım değişti mi ben de değişirim mazallah. Sonra başıma haksız olduğum halde adli bir olay gelir, "bak ben demiştim" diyemem.
Neyse işim var şimdi...
27 Aralık 2010
20 dakika
20 dakika istiyorum sadece. Telefon çalmadan, kimse soru sormadan, ayarlanmış, istenen, beklenen bir 20 dakika istiyorum sadece.
Çok şey istemiyorum.
İnternette çok sevdiğim bir yazarın kısa ve içten yazısını okumak istedim sadece. Okumaya başladığımda saat 18:30 idi. Okumayı bitirdiğimde ise 20:30.
Daha ilk cümlede "bu yazıda benim için birşey var, bana yazılmış!" dedim. İçinde kaybolacağımdan emindim. Aslında öyle de oldu. Ancak çok heves edilen şeyler vardır, heyecanlandıran. O andır işte o heyecan. O dakikada hissetmek istersin. İhtiyacın vardır ona. İçki içmek gibi, ya da, ne bileyim, adrenalin için gondola binmek gibi. Kadehinden bir yudum alıp, şişenden bir fırt çekip sonra gitmek, saatler sonra dönüp bir yudum daha almak sana "içtim" dedirtmez. Gondol hızlanmadan inip, yavaşladıktan sonra binmek sana gondol zevki vermez.
Birşey yaparken içine girmek istersin. Kısa bir süre de olsa orada kaybolmak, ihtiyaç duyduğunu alana kadar durmak... Aslında kendi içine girip kaybolmak, ya da olmadığını artık bildiğin birşeyin ucunu yakalayabilmek istersin.
Belki tuvalette onun için fazla kalırsın. Bebek ve çocukken insanın mabedi her yerdir. Özel bir mekan ve zaman istemezsin. Büyüdükçe içselliği yaşama alanın daralır, bunu paylaşabildiğin insanlar azalır. Arkadaşının kalemini alıp geri vermemesi en yüce içsel yıkım yaratabilir ve bunu sınıfın ortasında bağıra çağıra herkesle paylaşabilirsin. Büyüksen bunu kimseye anlamayabilirsin bile. Yalnızlık ister biraz. Düşünmek ve sormak ister kendi kendine. (Bak tam bu anda biri gelip soru sordu, ne diyodum). Ferdane'de köşedeki masaya oturup duvara bakıp bira içmek gerektiğini hatırlar, bunu yaptığını hayal edip mutlu olmak ister belki. Ama yapamaz. 20 dakikası bile yoksa yapamaz. Yine telefon çaldı. Yazmıyorum amına koyiyim!!!
Çok şey istemiyorum.
İnternette çok sevdiğim bir yazarın kısa ve içten yazısını okumak istedim sadece. Okumaya başladığımda saat 18:30 idi. Okumayı bitirdiğimde ise 20:30.
Daha ilk cümlede "bu yazıda benim için birşey var, bana yazılmış!" dedim. İçinde kaybolacağımdan emindim. Aslında öyle de oldu. Ancak çok heves edilen şeyler vardır, heyecanlandıran. O andır işte o heyecan. O dakikada hissetmek istersin. İhtiyacın vardır ona. İçki içmek gibi, ya da, ne bileyim, adrenalin için gondola binmek gibi. Kadehinden bir yudum alıp, şişenden bir fırt çekip sonra gitmek, saatler sonra dönüp bir yudum daha almak sana "içtim" dedirtmez. Gondol hızlanmadan inip, yavaşladıktan sonra binmek sana gondol zevki vermez.
Birşey yaparken içine girmek istersin. Kısa bir süre de olsa orada kaybolmak, ihtiyaç duyduğunu alana kadar durmak... Aslında kendi içine girip kaybolmak, ya da olmadığını artık bildiğin birşeyin ucunu yakalayabilmek istersin.
Belki tuvalette onun için fazla kalırsın. Bebek ve çocukken insanın mabedi her yerdir. Özel bir mekan ve zaman istemezsin. Büyüdükçe içselliği yaşama alanın daralır, bunu paylaşabildiğin insanlar azalır. Arkadaşının kalemini alıp geri vermemesi en yüce içsel yıkım yaratabilir ve bunu sınıfın ortasında bağıra çağıra herkesle paylaşabilirsin. Büyüksen bunu kimseye anlamayabilirsin bile. Yalnızlık ister biraz. Düşünmek ve sormak ister kendi kendine. (Bak tam bu anda biri gelip soru sordu, ne diyodum). Ferdane'de köşedeki masaya oturup duvara bakıp bira içmek gerektiğini hatırlar, bunu yaptığını hayal edip mutlu olmak ister belki. Ama yapamaz. 20 dakikası bile yoksa yapamaz. Yine telefon çaldı. Yazmıyorum amına koyiyim!!!
22 Kasım 2010
Çoluk - Çocuk
27 Ekim'de bir kızım oldu.
http://picasaweb.google.com/san.onur/Yagmur
Herkes önce nasıl hissettiğimi sordu. Tabii ki birşey hissetmiyordum. Ben erkeğim, erkeklerde kadınlardaki gibi hormonlar dolaşmıyor, farklı hormonlarımız var bizim. Eğer kafanda önceden deli gibi şartlanmışlıklar yoksa gerçekten bir çocuğunun olması öyle enteresan hisler uyandırmıyor. Garip değil yani bişey hissetmemek, normal olan hissetmiyor olmak. Siz siz olun gidip normal (kadın-adam olmayan) bir erkeğe nasıl hissettiğini sormayın; sorarsanız cevaba hazır olun.
Benim en çok düşündüğüm şey eşimin bu olayı sağlıklı şekilde atlatması idi. Doğrusu bebeği hiç düşünmedim bile. Neden bilmiyorum ama bebek zaten yoktu, var olan şey karımdı. Önemli olan sadece o idi. Endişelerim doğumhane kapısında doğumun iyiden iyiye uzaması sebebiyle tavana vurmuştu. Saat 11:00'de doğumhaneye giren eşim, saat 17:00'de doğuma başladı, 19:00'da doğum bitti, 20:30'da ancak odaya geldi. Ben hastaneye ancak 12:00'te yetişerek yanına girdim. Doğum başlayana kadar yanında, doğum bitene kadar doğumhanenin açık olan kapısının 1.5m yanında çığlıkları dinleyerek bekledim. Özellikle kapıda, problemli bir doğumu beklemenin ne kadar zor olduğunu şimdi gözlerimi kapayınca anlıyorum.
Ancak daha sonra düşüncelerin yarattığı hisler oluşuyormuş insanın içinde. İşte bunu beklemiyordum açıkçası. Önün -en az- 20 senenin ne kadar önemli olduğunu düşünüyorsun. Bir insan var elinde, istediğin gibi yetiştirebilirsin. "İstediğin gibi" ne demek?!! Senin yüzünden herşey olabilir o! Kendi hayatını düşünüyorsun. Babam bana şöyle yaptığı için ben böyle oldum. Kızım böyle olsun mu? Peki ben babam gibi davranırsam kızımın böyle olacağı nerden çıktı? Zilyon tane cevabı olmayan ve olmayacak soru!
Düşüncelerin getirdiği endişeler, endişelerin getirdiği durmaksızın tetikte olma hissi.
Herdaim yanlış yapmaktan korkan bir karakterin yanlış yapmaktan, davranmaktan daha fazla korkmasının yarattığı gerginlik.
Kendini disipline sokma gereği düşüncesi ama beceremeyeceğini bilerek o düşünce ile beraber gelen mağlubiyet kırıklığı.
Kızına bol bol zaman ayırmanın gerekliliğinin bilinci ile hayatın getirdiği şartların buna müsaade etmeyeceğini bilmekle beraber gelen büyüyecek çocuğa duyulan özlem.
Tüm babaların kendine verip de tutamadığı sözü senin de verip tutamayacağını bilmenin verdiği küçükbaş hayvan hissi.
Bunların yanında anlamsız bir depresyon esintisi de var içimde. Birdenbire sinirlenip, birdenbire bilinmez bir üzüntüye kapılıyorum. Bunları hiç belli etmiyorum. Karımın böyle şeylerden haberi olmamalı. İçi rahat etmeli, bana güvenmeli. Blog'u takip etmiyo allahtan...
Yazarım belki yine. Zaman olursa yazarım, niye yazmiyim ki?
http://picasaweb.google.com/san.onur/Yagmur
Herkes önce nasıl hissettiğimi sordu. Tabii ki birşey hissetmiyordum. Ben erkeğim, erkeklerde kadınlardaki gibi hormonlar dolaşmıyor, farklı hormonlarımız var bizim. Eğer kafanda önceden deli gibi şartlanmışlıklar yoksa gerçekten bir çocuğunun olması öyle enteresan hisler uyandırmıyor. Garip değil yani bişey hissetmemek, normal olan hissetmiyor olmak. Siz siz olun gidip normal (kadın-adam olmayan) bir erkeğe nasıl hissettiğini sormayın; sorarsanız cevaba hazır olun.
Benim en çok düşündüğüm şey eşimin bu olayı sağlıklı şekilde atlatması idi. Doğrusu bebeği hiç düşünmedim bile. Neden bilmiyorum ama bebek zaten yoktu, var olan şey karımdı. Önemli olan sadece o idi. Endişelerim doğumhane kapısında doğumun iyiden iyiye uzaması sebebiyle tavana vurmuştu. Saat 11:00'de doğumhaneye giren eşim, saat 17:00'de doğuma başladı, 19:00'da doğum bitti, 20:30'da ancak odaya geldi. Ben hastaneye ancak 12:00'te yetişerek yanına girdim. Doğum başlayana kadar yanında, doğum bitene kadar doğumhanenin açık olan kapısının 1.5m yanında çığlıkları dinleyerek bekledim. Özellikle kapıda, problemli bir doğumu beklemenin ne kadar zor olduğunu şimdi gözlerimi kapayınca anlıyorum.
Ancak daha sonra düşüncelerin yarattığı hisler oluşuyormuş insanın içinde. İşte bunu beklemiyordum açıkçası. Önün -en az- 20 senenin ne kadar önemli olduğunu düşünüyorsun. Bir insan var elinde, istediğin gibi yetiştirebilirsin. "İstediğin gibi" ne demek?!! Senin yüzünden herşey olabilir o! Kendi hayatını düşünüyorsun. Babam bana şöyle yaptığı için ben böyle oldum. Kızım böyle olsun mu? Peki ben babam gibi davranırsam kızımın böyle olacağı nerden çıktı? Zilyon tane cevabı olmayan ve olmayacak soru!
Düşüncelerin getirdiği endişeler, endişelerin getirdiği durmaksızın tetikte olma hissi.
Herdaim yanlış yapmaktan korkan bir karakterin yanlış yapmaktan, davranmaktan daha fazla korkmasının yarattığı gerginlik.
Kendini disipline sokma gereği düşüncesi ama beceremeyeceğini bilerek o düşünce ile beraber gelen mağlubiyet kırıklığı.
Kızına bol bol zaman ayırmanın gerekliliğinin bilinci ile hayatın getirdiği şartların buna müsaade etmeyeceğini bilmekle beraber gelen büyüyecek çocuğa duyulan özlem.
Tüm babaların kendine verip de tutamadığı sözü senin de verip tutamayacağını bilmenin verdiği küçükbaş hayvan hissi.
Bunların yanında anlamsız bir depresyon esintisi de var içimde. Birdenbire sinirlenip, birdenbire bilinmez bir üzüntüye kapılıyorum. Bunları hiç belli etmiyorum. Karımın böyle şeylerden haberi olmamalı. İçi rahat etmeli, bana güvenmeli. Blog'u takip etmiyo allahtan...
Yazarım belki yine. Zaman olursa yazarım, niye yazmiyim ki?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)