26 Aralık 2011

Söz Gümüşse...

Silence is golden,
Duck tape is silver.

Güdü Serisi - Uyku

Az önce bir arkadaşıma telefonda nasıl birilerini öldürüp yakalanmayabileceğime dair heyecanlı heyecanlı hikayeler anlatırken karşıdan ses gelmediğini farkettim. Uyumuş HAHAH.

Buradan 2 sonuç çıkabilir:

1- Cidden beni ve/veya söylediklerimi sallamıyo.

2- Öyle enteresan bir hayatı var ki birilerini öldürmek, kaçmak, yakalanmamak planları filan son derece sıradan geliyor, ninni gibi. Ben TV'de prime time'da bişeyler seyrederken aynı duruma geliyorum. Prime time'daki salak şeyler bana nasıl sıradan ve ilgi çekmez geliyorsa, benim anlattıklarım da arkadaşıma öyle gelmiş olsa gerek.

Demek ki arkadaşım Mrs. Smith! Vay bee... 1. ihtimal daha olası HAHA!

24 Aralık 2011

Kutsal Kitap

Hani gavur ülkelere gidersin de otelde kalırsın ya. Odadaki bütün çekmeceleri açar kapatırsın, birinden birinde İncil vardır mutlaka.

Bir gün, hayat ne getirir bilinmez, olur da bir otel sahibi olursam, bütün odalara "Tehlikeli Oyunlar"ı koyacağım. Kendi yönetim odamda da her sayfasını tek tek çerçeveleyip duvarlara asacağım.

Gerçi odalara koymak için otel sahibi olmaya gerek yok, temizlik görevlisi de olabilirim. Ya da temizlik görevlilerini kandırabilirim. Biri Tyler mı dedi? Final rule...

23 Aralık 2011

Bir şeye daha kızıyorum

Hayatta tahammül edemediğim tek bir şey var sanıyordum. Meğer bir tane daha varmış.

Aptallığa tahammül edemiyorum. Tahammül edemiyorum demek, öyle menopozlu kadının tahammül edememesi gibi bir tahammül edememek değil. Sinirlerim geriliyor, kendimi tutamayıp patlıyorum. Ama nereye patladığıma o sıra dikkat bile edemiyorum. Çok kötü bir durum. Öyle tahammül edemiyorum yani. Normalde çok sakin ve neşeliyim. Bu tahammül edemediğimi bildiğim şey.

Yeni öğrendiğim şey ise yapanın yanına kâr kalması tahammülsüzlüğü. 3 gün önce bir arkadaşımın başına gelen olay sonrası öğrendim. O kadar sinirlendim ki, arkadaşımdan beter oldum, ertesi gün ise herşeyi bırakıp arkadaşıma bişey yapmadığı için bağırmaya başladığımı farkettim. Allahtan beni tanıyor ve seviyor. Yoksa ağzıma sıçması gerekir, ya da en azından "sanane lan, siktir git" demesi gerekirdi. Öyle kaybettim kendimi telefonda. İyi değil. Sonra düşününce, daha önce de böyle yapıp da yanına kar kalma durumlarını gözden geçirince, evet dedim kendi kendime, galiba ben buna da tahammül edemiyorum.

Umarım arkadaşım bişey yapar, ben de rahatlarım. Bencil bir istek değil, arkadaşım çok daha fazla rahatlayacak. O unutsa bile ben ona sık sık hatırlatacağım. Okuyordur belki yazdıklarımı. Unutma, unutsan da unutturmayacağım, tamam mı? Kim olduğunun farkında ol, ne gerekiyorsa yap. Acıma, acınacak hale düşürme kendini. İyi düşün, bir kerede yap. Yoksa sonunda ben yapacağım.

13 Aralık 2011

Kısa Günler, Günler Kısa

Günler, merdivenleri teker teker çıkıp inmeye engel olacak kadar kısa.

11 Aralık 2011

Hikaye

Yazmak istiyorum zaman zaman, hem de çokça. Hikaye yazıyorum. Birkaç
arkadaşıma ve kızkardeşime gönderiyorum. Beğeniyorlar. Ama benim
hikayelerim çok kısa. En uzunlarından biri 3 sayfa, ama fikir Stephen
King'de olsa aynı şeyi 300 sayfada anlatırdı. Gereksiz.

Bir açıdan da Fahrenheit 451 geliyor aklıma. Hani çok şey kısaca
veriyolardı halka. Ama yine de daha kısa olanın daha etkili olduğunu
düşünüyorum. Einstein da benzer bir şey söylemiş ya hehe.

Ama hikaye dışında da yazmak istiyorum. En rahat şey yazmak. Daha saf.
Kitap okuyosun mesela. Kitaplarda hemen hemen her zaman aslında
faydalı olmak istediğin insan / durumda bile aslında kendine faydalı
olmak istediğin söyleniyor. Düşünüyosun, lan doğru cidden. Kendime
faydalı olmak istediğim için yazmak istiyorum herhalde. Düşünmek için
daha fazla zaman gerekiyor.

Bu teori 2 - 3 gün önce abimi düşünürken ortaya çıktı. Aslında kendi
kendime abimi düşünürken bir ışık yandı, doğru olmayabilir de. Yani
abim için geçerli olmayabilir. Kör kendinden pay biçer derler ya,
benim geçerli.

Abim ciddi konularda konuşmayı sever. Kimsenin ciddiye almadığı ama
gerçekten ciddi olan konulardır bunlar belki de. Yine de en doğrusunu
bulmak için konuşmak ihtiyacı hisseder. Çünkü düşünürken çok hızlı
gider. Karar verme mekanizması düşünme mekanizmasından çok daha yavaş
çalışır. Aynı anda çok karmaşık onlarca şey düşünürsün ama karar
verirken o kadar hızlı analiz edemezsin. Karar vermek değil de analiz
etmek diyelim. Düşünmek yerine de ihtimal hesabı diyebiliriz. İhtimal
sayısı 2 olsa da, analiz mekanizması nispeten yavaş olduğu için,
analiz sona erene dek ihtimal mekanizması ihtimallerin sonuçlarını 8.
dereceye kadar hesaplamış ve devam etmekte olur. İhtimal mekanizması
analiz mekanizmasına sürekli data yükler ve analiz mekanizması işin
karmaşıklığından ziyade ihtimal mekanizmasının gönderdiği yükün
fazlalığı sebebi ile iflas eder. Eğer kafan fazla hızlı ve belki de
ihtimale ağırlık verecek şekilde fazla hızlı ise analiz zorlaşır.
Çünkü standart yoktur kafanın içinde. Analiz mekanizması yüzde kaç
sapma ile hesap yapması gerektiğini bilmez.

Konuşmak ise düşünceye göre çooooooooooook yavaş bir mekanizma. Hatta
deli değilsen ve kendi kendine konuşmuyorsan karşında seni dinleyen
biri varsa (benim gibi makinelerle konuşmuyorsan) hız daha da azalır.
Bu da senin ihtimal mekanizmanı açıklayana kadar geçecek sürede analiz
mekanizmanın bir cevap türetebilmesine olanak sağlar.

Benim gibi kağnı arabası kadar hızlı olanlar için de yazmak daha doğru
bir tercih. Ama bir yandan da eğer abim gibi Ferrari hızında biri
yazsa idi ne olurdu diye düşünmeden edemiyorum.

10 Aralık 2011

Motosiklet Düşmanı

Eveeet, herkes geldiyse ve hazırsa açıklıyorum arkadaşlar. Motosiklet kullanmanın gerçek düşmanı nedir sorusuna cevap veriyorum.

Yıllardır karda, kışta, güzel havada, buzlu zeminde her şekilde motosiklet kullanan biri olarak bunu açıklamak boynumun borcudur sayın basın mensupları.

Motosiklet kullanırken karşınıza çıkacak en büyük düşman basur memesidir. Evet, bazı arkadaşlar sanki basur mememi suratlarına sürmüşüm gibi yüzlerini buruşturdular. Ancak bu bir gerçek maalesef.

Konsantrasyon bozar, gereksiz yerde hız yapmaya, dikkatsizliğe sebep olur. Motosiklete binerken basur memenizi evde bırakın.

Sorun şu ki, soğuk dönemlerde motosiklet, memenize meme katar, canınızı yakar. Mecazî ve mealî anlamda götünüz yemiyosa aman diyim...

04 Aralık 2011

Sadece...

...yazmak istedim. Çok sıkıldım. Az önce, son zamanlarda beni heyecanlandıran tek şeyin bir hikaye fikri ve raftan yeni bir kitap seçmek olduğunu farkettim. Motosikletle her zaman 80'le girdiğin viraja gece, don varken 120 ile girmek bile heyecan vermiyosa, ya sen o motorun üzerinde değilsin, ya da sen sen değilsin.

Bişeyler yapmak gerekli mi? Belki de gerekli değil. Belki sadece alışmak gerekli. Askerlik bile çok kolay geçmişti benim için. Gerekli - gereksiz şalterleri kapatıyosun. Önünde yapman gereken şeyler var. Onları yapıyosun. O kadar. Hayata da öyle alışmak gerek galiba. Önünde yapman gereken şeyler olsun, onları yap, yaşlan. Bu da enteresan bir fikir. Aslında şalterleri kapatmadan denenebilecek bişey. Bakalım manda olabiliyo muyum...

Ya da gerçekten silkinmek, bişeyler yapmak gerek. Bisikletle Şırmak'a kadar gitmek gerek mesela. Ya da TC sınırı boyunca bir tur atmak, tellerin dibinden, yürüyerek. Sonuç? Saçma ya herşey. Uyumam lazım aslında. En güzeli. Ama uyuyunca da bana zaman kalmıyo be kardeşim. Haftada 7 gün çalışır mı bi insan? Yani tamam, çalışırsın da, evin arkasındaki ahırda inek besleyen çiftçi de değilsin ki. İnek için haftanın bir günü yok, her gün sağacaksın, yem - ot - su vereceksin filan. Eğer ben çiftçi değilsem ineğim demek ki. Haaa, doğru lan! İyi ki yazmışım. Şimdi anladım neden gerizekalı gibi hissettiğimi. Eureka! İnekmişim! Yaşasın. Toynaklarım klavyede uçuyordu sanki. Bir tren geliyordu çuuff çuufff... Ne güzel günlerdi o günler. Çayırlar, çimenler... Yarın değişiklik olsun diye yine çayıra çimene gidelim mi?

Yaa evet, 2 tane kalıp değişecek, Pazartesi gününe yetişmesi gereken mal var. Ayrıca ay sonu hesaplarına daha başlamadım bile. E peki neden gidip yatmıyosun evladım? Çünkü rüya göremiyorum artık. Mart ayında onlarca erkekle sevişmiş mırnav kedi gibi uyuyakalıyorum. Sabah tekrar işe. Gece rüya görmüyosan uyumak neden? Beni kim alıp götürecek buralardan? Kitap okumaya zaman bulamazken tek çare rüya. Bir ara lucid dream ile ilgili çook şey okumuştum. İlk başıma geldikten sonra kardeşimin başına geldiğinde. Yapabileceğimi, kontrol edebileceğimi hissettim. Yapabileceklerimden bilinçaltım korkmuş olmalı ki o gün bu gündür rüya görmüyorum. Haa, gördüm geçenlerde, süperdi. Ortağımla muhasebeciyi gördüm. Harika di mi? Ben hortlaklarla yağlı güreş yapmak, ılık Bodrum sahillerini kana bulamak gibi şeyler isterken gidip iş rüyası gör. Afferin sana. Sok kıçına o rüyayı. Gündüz zaten o var, gece neden bi daha oluyo ki? Hasta mısın kardeşim? Evet.

Dişim de şişti. Çok güzel oldu. Aynaya baktığımda gördüğüm asimetri çok güzel. Yüzümün sol tarafı şişmanmış gibi. Kilo bana yakışacak demek ki. Önümüzdeki 10 senelik planımda en az 2 kilo almak var. Lise 2'den beri, herhalde 1995 oluyo, aynı kiloda olur mu bi insan? Askerde kilo alırsın dediler, babayı aldık. Evlenince dediler, mafiş. İşe güce girince, yok. 30'unu bi geç de. Geçtik ama sağdan atıp soldan geçtik. Gerçi aynı kiloda kalmıyorumdur. Akşamları 1 kilo daha hafif olabilirim. Günlük eşyalarla 58, çıplak 53. Boynumdan assam kendimi biraz daha düşer. Libidom da düştü zaten. Siktir et, kullanmıyodum. İnşallah ihtiyacı olan biri bulur. Gazeteye ilan vermek gerekir mi, hükümsüzdür gibilerinden. Bulan adam benim libidomu kullanarak çocuk yapsa bana ne kadar benzer? Libidom değil canım, adam da değil, çocuk. Günün birinde arabayla yanlışlıkla çarptığım çocuk benim 2. libidomdan öz çocuğum olsa, ilk görüşte bana baba der mi? Yoksa herkesin söylediği gibi "önüne baksana hayvan herif" mi der? O da kırmızıda geçmeseydi. Hem az ilerde üst geçit var. Yusufpaşa'da canım. 35C'ye binmeyi özledim nedense. Güzeldi. Akşam Taksim'den 35C'ye binenler hep üçgen vücutlu amcalarla üçgen vücutlu ablalardı. Şişhane'den bi salıyodu adam otobüsü, ayaktakilerin yaşamla aralarındaki tek bağ o tavana bağlı demirlerdeki koptu-kopacak tutamaklar. Bazı ablalar yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi ikiye bölüp tek elle tutunur, diğer elle de omuzlarına asılı çantalarını tutarlardı. Ama virajda ayaklar havalanmış. Öyle yani. Şoför bakıyo itiraz eden yok, bileşke kuvvetle denemeler yapıyodu. Ampirik bir akademik çalışma olsa gerek. Yokuş aşağı son sürat viraja girip, virajın en sert yerinde yapılabilecek en sert fren. Virajda ayakları yerden kesilen, tutamaklarda pastırma gibi ama açılı şekilde sallanan insanlar fren etkisi ile senkron bir şekilde, eller yerinde sabit olacak şekilde, havadaki bacaklar öne doğru gidip geliyo. Olaydı o körüklülerde şimdiki gibi kamera sistemi, online yayın filan, her gün iett'nin sitesinden 35C seferlerini seyrederdim. Akıllı tivi görüntüleri. Yaşamışsındır sen de. Düşünsene kameraya kayıt etmek isteyeceğin görüntüleri. Ya da yapılması gereken andan birkaç milisaniye sonra aklına gelen esprileri. Tam zamanında yapılmayan espriler seni gerizekalı gibi gösterir, 2 milisaniye geç kalsan bile. Zaman içinde alışırsın sen de, zamanı geçen esprileri yapmazsın. Ama içinde kalır o. Sonra eve gidince gülersin. Evde birileri varsa kızlar tuvaaletine kaçıp orada gülersin. Gülmek iyidir. Ama insanlara gülmeyeceksin, anlamıyolar. Kendi kendine güleceksin. Gülmek dediğim güleryüz. Kendi kendine güleryüzlü olacaksın. Ama insanlara değil. Onlara rol keseceksin. İnsanlık tarihinin en olmadık dertleri seni bulmuş gibi suratla gezeceksin. İçindeki güleryüzlü vatandaş öne mi çıkmak istiyo, hemen kızlar tuvaaaletine gidip orada kendine güleryüz gösterip içindeki canavarı sakinleştireceksin. Ondan sonra yine derler senin, çile seninmiş gibi dolaşacaksın. Bilmeyecek insanlar seni. Hiç ama hiç bilmeyecekler. Adını bile bilmeseler hatta. İşyerinde sahte isim kullansan mesela, adın Onur değil de Halit olsa, sen de kafandan Halit'e bir karakter çizsen ve işyerinde öyle dolaşsan. Sana Halit dedikleri için sen de o karaktere rahat bürünüp içinde kalsan. Sonra işten çıkınca biri Onur deyince kendine gelsen, hani parmaklarını şıklatınca bişey hatırlamama sendromu var ya, onun gibi. Doktor Çekil, Bayan Haydi. Güzel. Bir dahaki iş hayatımda, olmadı bir dahaki hayatımda filan, denemek lazım. Zaten bişeyler denemeden hayat nasıl geçer ki? Deneyemiyosan da deneyenlere engel olma. Denemiş olanların deneyimlerini oku. Güzel olur. Euler, çiçekler filan...

13 Kasım 2011

Mera

Bişeyler yapmak istiyorum. Ama o kadar sıradan şeyler yapmak istiyorum
ki, ben bile şaşırıyorum isteklerime. Gülüyorum sonra. Sen de gül diye
yazıyorum bunu. Televizyon karşısında kankamla oturup cips yemek ve
Türk filmleri ile taşak geçmek istiyorum. Sabah uyandığımda saatin
çalmamış olmasını istiyorum, hatta kurulmamış olmasını. Tatil
günlerinde parklara, bahçelere, deniz kenarına gidip el ele tutuşan
çiftleri, mutlu ve güleryüzlü küçük aileleri sigara içerek seyretmek
istiyorum. Az önce tuvalette farkettim. Bayburt'u ve Yozgat'ı çok
merak ediyorum. Hiç Bodrum'a gitmedim, hiç merak etmiyorum. Lara
plajını da. Bafra'yı merak ediyorum. Batman'ı. Türkiye'de turistik
olmayan ne kadar yer varsa gitmek istiyorum. Iğdır'da birkaç ay
yaşamak istiyorum. Normal insanlar gibi. Sanki Anadolu'nun
köy-şehirlerinden birinde doğmuş gibi yaşamak istiyorum. Orada yaşayan
insanların bildiklerini bilmek, gördüklerini görmek istiyorum. Daha
önce hiç büyük şehir görmemiş birinin bana büyük şehri anlatmasını
istiyorum. Daha önce hiç büyük şehir görmemiş biriyle büyük şehri
anlatan birini dinlemek ve etkilenmek istiyorum. Matematikle uğraşmak
istiyorum, kafamın içinde sürekli çözmeye çalışacağım değişik sorular
olmasını. Gitar çalıp kaydetmek, bilgisayarda üzerine davul ritimleri
eklemek, şarkı söylemek istiyorum. Robert Smith The Cure albümlerinden
birinin tamamını kendi çıkarmış diye duymuştum ama hangisi
hatırlamıyorum. İnternetten ulaşılamayacak bilgilere ulaşabilmek,
internetten ulaşılamayacak insanlara ulaşabilmek istiyorum. Sarhoş
olmak istiyorum, birkaç gün boyunca ertesi günü düşünmeden takılmak
istiyorum. Taksim'de eski Ferdane'de hafta içi, gündüz saatinde yalnız
başıma bira içmek, sonra iş peşinde koşuyormuş gibi İstiklal
Caddesi'nde bir yukarı bir aşağı yürürken cep telefonunda bağıra
bağıra konuşmak, sonra biraz ayılıp tekrar Ferdane'de içmek, içerken
hikaye yazmak istiyorum. Gül bahçem olsun istiyorum. Rengarenk değil,
istedikleri renkte. Güller kendi renklerini seçsinler. Toprağı
işlemekten anlayabilmek istiyorum, buna zaman ayırmak istiyorum.
Görmeden bir gün bile geçiremeyeceğim insanlar olsun istiyorum.
Yazarak değil, konuşarak rahatlayabilmeyi istiyorum. Konuşma ihtiyacı
duyabilmeyi istiyorum, o gün neler yaptığıma dair gereksiz detayları
birkaç kere anlatabilecek kadar yaşamayı sevmeyi, hayata ve insanlara
bağlanabilmeyi istiyorum. Zaman zaman yalnız kalmak istiyorum.
Sükunet. Sonra tekrar gümbür gümbür olsun herşey. Bir giydiğimi bir
daha hiç çıkarmak zorunda olmamak istiyorum. Sürekli eski olan ama hiç
delinmeyen ve sağı solu patlamayan ayakkabı istiyorum. Yattığım yer
bir gece önceki pis kokumu ben gelene kadar saklasın istiyorum. Duş
almak, diş fırçalamak gibi adetlerden kurtulmak istiyorum. Yemek
yemeden yaşayabilmek, en azından buna harcanan zamanı 30sn'ye
indirebilmek istiyorum. Buğday tarlasında koşmak istiyorum.
Anneannemin kucağında uyuyabilmek istiyorum. İnsanların sadece
dertlerini değil, neşelerini de paylaşmak istiyorum. Bir parmak
hareketi ile insanları neşelendirebilmek istiyorum. Hiç param olmasın
istiyorum, paraya ihtiyacım kalmasın istiyorum. Sokakta yaşayabilecek
cesaretim olsun istiyorum. Abim her zaman yanımda olsun istiyorum.
Sadece ortak tanıdıklarımız olsun ve her zaman beraber kalalım
istiyorum. Kafasının içindeki her nörondan geçen pulsu bilmek, her
datayı öğrenmek, her anısını paylaşmak istiyorum. Sigarayı bırakmak
istiyorum. Arada bir İzmir'e gidebilmek istiyorum. Ve bunlar gibi
binlerce şey daha...

Çok mu şey istiyorum? Evet, yazınca bana da çok göründü. Ne sigarayı,
ne de başka bişeyi bırakabileceğimi de biliyorum. Biliyorum, dünya
sonunda bana istemeyi bıraktıracak. Merhaba benim adım çimen,
arkadaşlarla bu merada takılıyoruz...

27 Ekim 2011

Nef

ret!

Yaşamaktan nefret ediyor olmak bir suç mu? Ötenazi kanun dışı ama intihar değil. Katil olabiliyosun ama kendini öldürdüğün zaman bu bir suç olmuyor? Savcı ne diyor, "Allahından bulsun" mu?

Gerzek gerzek yaşıyoruz anasını satayım. Bu ortamda yaşamak isteyen kim var anlam veremiyorum. Geçenlerde bir arkadaşıma "Aklı başında olan, kafası ve mantığı çalışan, etrafını izleyebilen her insan intihar etmek zorundadır, aksi halde (yani intihar etmiyorsa) delidir" dedim. Anlamadı HAHAHA. Hem deli olduğunu inkar etti, hem de yaşamanın ne kadar güzel olabileceğini "a aa, ne alakası var canım" diyerek ifade etmeye çabaladı. Ben yer miyim ama? Yemedim tabi ama giren çıkan yine bana, o ne konuştuğumuzu bile anlamadı. Ben ona intihara meyilliyim dedim, o da bana hadi canım sen de gibilerinden anlamaz şeyler söyledi.

Yakarım lan buraları! Hadi siktirin gidin evinize! Annelerinizin ellerinden öperim yalnız. Cennet annelerin ayakları altındadır, cehennem fahişelerin bacakaralarındadır. Cehennem alkollü içecek şişelerinin dibindedir. Cehennem içkili vallah bir elham diye kelime esprisi yapanlaradır. Cehennem cennetten daha yakın mesafededir. Cehennem annelerin ağzının ortasına vurulan yumruktadır. Cehennem devlet başkanına atılan yumurtadır. Cehennem sensin, benim.

Ben sevmiyorum ya yaşamayı. Hani ne olursa olsun, her zımbırtının kötü ve iyi yanları vardır ya, ben sıçtım ya iyice. İnsan nasıl bütün seçimlerini yanlış yapar da sonra sokakta adamım diye gezer? Hani tamam, hasbel kader bir hayat sürüyorsundur, o zaman kimse sana bişey diyemeyebilir. Ama tüm seçme şansları senin elinden geçmiş olmasına rağmen sıçmışsan, o zaman sen nesindir? Ya aptalsındır, ya hislerine yenik düşen otokontrolü zayıf bir insansındır, ya da her ne olursa olsun bir yerlerde sıçmış ya da sıçmakta olan bir insansındır. Sana insan diyenin ta amına koyayım, sen bir meleksin onur. Ama bok toplayan melek. 5 yaşındaki çocukların ilk düşen dişlerini alıp yerine en yakın foseptiğe sıçma meleğiyim ben. Evet buldum. Karikatür vardır, petrol sıçan bir süper kahraman. Ben de bir meleğim, diş-kaka takası meleği. Evet bu bana uyar. İçinde hem çocuk var, hem hayal var, hem ilahi bir durum söz konusu, hem ayıp belden aşağı durumları... İşte ben buldum artık kimliğimi. Ey İlçe Nüfus Müdürü, duy sesimi! Bundan böyle ben bir meleğim, kimliğim ne mavi, ne turuncu, ne de üzerinde TC, GR gibi şeyler yazıyo. Ben artık bir meleğim. Dish-To-Kaka perisiyim ben. Tek gecede 126 diş toplayıp, 211 kere kaka yapabilir, tam tamına 577 kez sifon çekebilirim. Ve hatta en kısa zamanda helanın rezonansını bulup türk sana musikisi icra edebilirim.

Napalm istiyorum. biri kafama atsın istiyorum. tam olarak şu anda üşenmeden wikipedia'ya bakmak ve en acılı ölümü öğrenmek ve kendimi ona hazırlamak istiyorum. boğulmaksa boğulmak, yanmak, açlıktan / susuzluktan ölmek, aşırı ilaçtan yada başka bişeyden ölmek. Belki izini sürdüğüm yorgunluktan ölmek. Yok ya, bu o kadar acılı olmaaz, kalbin durur ve gidersin. Acılı olması gerekli, başıma o gelmeli.

Ben nerde hata yaptım, bulamıyorum.

Kahır

Selamun aleyküm ağalar,

Kendi kendime konuşmaktan iyice baydım artık. Son zamanlarda kerte kerte, adım adım kafayı çiziyorum ve bunun o kadar iyi farkındayım ki müdahale edemiyorum. Hani kışın haberlerde çıkar ya, arabalar tatlı tatlı kayarlar, içindekiler de öyle sessizce durup izlerler ön camdan, evlerindeki aptal kutusuna bakar gibi bakarlar, sonunda araba gider daha önce tatlı tatlı kayıp durmuş başka bir arabaya çarpar. Ben de öyle tatlı tatlı kaydığımı hissediyorum. Ön camdan seyrediyorum kendimi, nasıl kaydığımı. Biletim de en ön sırada. Her anına iyice şahit oluyorum. Bazen gözlerimi kapatıp kimi kısımları görmemek için çabalıyorum. Benim ben olmayan, artık değişip zalimleşmiş ben olduğum kısımlarda gözlerimi kapatmak istiyorum, benim ben olmadığım kısımlardan korkuyorum. Ama Otomatik Portakal'daki tedavideyim sanki. Gözlerim kapanmıyo, hatta daha beter, hiçbirşeyi kaçırmayayım diye arkadan destek veriyor birileri.

Fazla yorulmuş olabilirim. Durmadan, nefes almadan, gece ve gündüz, haftaiçi ve haftasonu bişeylerin peşinde koşuyorum. Aynı yerde, aynı makinelerin ve insanların arasında. Hayatımın hiçbir döneminde bu kadar kapalı kalmamıştım. O da sorun değil aslında, dayanılamayacak birşey yok. Bu curcunaya girmek benim, sadece benim tercihimdi. Ama sorunlarımla baş edecek gücü ve desteği bulamıyorum herhangi bir noktadan. Destek olmadan ne kadar süre ayakta durabilirsin? Peki arkandaki duvara yaslanıp ne kadar ayakta durabilirsin?

Çok ağır şeyler yazacağım insanlar hakkında. Aslında yazmalıyım da. Dürüstlük bunu gerektirir; bilip de bilmiyormuş gibi yapmak riyakarlıktır. Yine de yazamayacak ve söyleyemeyeceğim. Çünkü son zamanlarda artık ben olmayan ben riyakar olmaya başladı. Ayrıca toplum da riyakar. Kral çıplak diye bağıran çocuk hikayenin sonundadır. Ama o çocuk için hikaye yeni başlar. Ne olmuştur o çocuğa daha sonra? Ailesi ile birlikte halkın önünde cadı oldukları ilan ederek asılmış olmaları mı, yoksa yeni kral tarafından ödüllendirilmiş olmaları mı daha yüksek ihtimal?

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar demişler. Dün akşam geç bir saatte hala çalışırken arayan en en en yakınımdaki arkadaşım bana olan ilgisizliğini son derece açık olarak belirtirken bir anda tepem attı. Ağzıma gelen herşeyi söyledim ona. Ne kadar aptalca davrandığını, insanların hiçbir iyiliği hak etmediğini, bundan böyle kimseye hak ettiğinden ya da bana verdiğinden daha fazla değer vermeyeceğimi filan bağırdım. Bir an duraladım, aslında çok ateşliydim, saatlerce anlatacak gibiydim ama karşıdan ses gelmiyordu hiç. O arkadaşım dünya yıkılsa arada mutlaka bık bık diye gereksiz sesler çıkarırdı. Meğer telefonun şarjı bitmiş. Başka bir arkadaşımın verdiği hediye olmasa o anda makinenin içine atıp parçalayacaktım telefonu. Delirdiğini sandığın zaman hala otokontrolü elinden bırakmamışsan aslında delirmemişsin demektir. 'Sana Gül Bahçesi Vadetmedim' isimli süper kitabın 199. sayfasının üst kısmında delilik ve deli olmamakla ilgili çok başarılı bir ayrım var. Kitap yanımda değil, ama elinizde varsa açıp bakın, ne diyim.

Delilik nedir bu arada? Doktor denen uzmanlar, bu işin eğitimini almış insanlar belli testlere ya da toplumsal dengelere verilen tepkiler ve reaksiyonlar sonucu kişinin deli olduğuna karar verirler. Peki normal olmak nedir? Deli olmayana normal, ya da normal olmayana deli dersen, aslında deli ile normal arasında portakal ile mandalina kadar fark kalır ki, ne kadar yakından baktığına bağlı.

Haa, tam olarak yeri gelmişken söylemek istiyorum. Bir işe, bir düşünceye konsantre olmuşken, ya da yeteri kadar uzun süre bişeylere konsantre olduktan sonra kendini tam salmışken, uyurken, düşüncelerini özgür kılmışken, tam sarhoş olmak üzere, çakırkeyif kademesini geçmek üzereyken, ot içerken, sevişirken, koşarken, motosiklet kullanırken, yere eğilmişken, fırça atarken, fırça yerken ve daha bilimum durumlarda çalan telefondan NEFRET EDİYORUM! Az önce telefon çaldı, toplam 15 dakika hiç bir şey ko nu şul ma dı ve hiç bir sorum çözümlenmedi ve hiçbir konu tartışılmadı ve hiçbir yeni şeye başlanmadı ve hiçbir eski şey devam ettirilmedi ve tamaaaamı boş, bomboş bir konuşma yapıldı. Kazanan türksel olsun, hediyeleri göte giren kola şişeleri olsun, A oum! Raga Oktay bana gelsin, o da sensin. Ragaoktay ile çiçekbozuğusuratlıadınıhatırlamadığımadam sevişsinler. Demek istediğim insan aynı anda sadece ve sadece tek bir şeyle ilgilenmelidir. Asla ve asla ve asla bir konuda zihnen bir yoğunlaşma varsa, ya da zihin tamamen gevşetilerek tüm tasmalardan bağlardan teker teker kopartılmak isteniyorsa ve ilk birkaç adım atıldıysa telefon çalmamalı. Hee, ya da salak ben, siktir git telefonu kapat hayvan herif. Sonra da şikayet et. Gerzek.

12 Eylül 2011

Kitap Alamama - Avcılar

Dün bir arkadaşıma kitap almak için Avcılar'a gittim. İlçenin merkezi ve oldukça hareketli olduğu için kitapçı bulamayacağım aklıma gelmemişti.

Ana caddeler, ana caddeleri kesen ara caddeleri dolaştım. Trafiğe kapalı mekanlar, yeni kapananlar, kapanmak için yolların kesildiği yerler... Yok arkadaş! Hatta bir kitapçının var olup olmadığını bilen de yok!

İlçenin neredeyse kendine ait bir üniversitesi var (İ.Ü. Avcılar Kampüsü). Bu kampüste 3 tane fakülte var. Kampüste yurt var. Hiç olmazsa bunların varlığı yakın yerde bir kitapçı bulunmasını sağlamalıydı. Ama yok işte.

Bu durumda kitap almak için otobüse binip Taksim ya da Bakırköy'e gitmek gerekmemeli. Ya da bir yerlerde alış veriş merkezi bulup içinde kitap satan dükkan aramak zorunda olmamalıyım; alış veriş merkezine girerken üzerinin aranması vs. sinir bozucu şeylere maruz kalmaktan ayrıca nefret ediyorum.

Yaaaniii, kısacası, internetten ebook indirerek okuduğum için, bunun için para ödemediğim için kendimi ne kadar kötü hissetmeliyim?

25 Nisan 2011

EĞİTİM REFORMU GİRİŞİMİ (ERG) – TÜRK MATEMATİK DERNEĞİ (TMD) ORTAK DUYURUSU

Üniversite giriş sisteminin, son YGS’de yapılan hatalar nedeniyle gündeme gelmesi dolayısıyla, bu sistemin, eğitimin tüm seviyelerinde yol açtığı zararlar konusunda çeşitli platformlarda yıllardır dile getirilen görüşlerimizi yinelemek istiyoruz.

Milyonlarca öğrenci ve ailelerini doğrudan, tüm toplumu ise dolaylı olarak etkileyen üniversiteye girme ‘yarışının’ önemi açıktır. Fakat ÖSYM tarafından verilen ulusal üniversiteye giriş sınavları toplumumuzda bir sınavın oynaması gereken rolün çok üstünde bir önem kazanmıştır. Öyle ki, YGS’nin az süre öncesinde, tüm dünya ile uyumlu bir şekilde, yıllar öncesinden ilan edilen 2011 yaz saatine geçiş gününün, sadece YGS nedeniyle Bakanlar Kurulu kararı ile değiştirilmesi dahi toplumun geniş kesimlerince normal karşılanmıştır. YGS sırasında sınıf kapılarında alınan aşırı güvenlik tedbirleri, sınava giren gençler ve aileleri tarafından katlanılması gereken mecburiyetler olarak kabul edilmiştir. YGS sonrasında ise, bu güvenlik tedbirlerini boşa çıkaran ve “şifre skandalı” olarak basına yansıyan olaylar, son derece kritik bir konuda, ÖSYM ekibinin, toplumun güvenini kaybetmesine sebep olmuştur.

LYS verilmeden önce yapılmış tüm hataların düzeltilmesi ve sınavın ehil kişiler tarafından yapılandırılması elzemdir. Avantajlı bir grup yaratıldığı ihtimali ortadan kalkmadığı takdirde, her üniversitenin bu sonbahar döneminde kayıt yapacak öğrencilerin dosyalarını, YGS ve LYS puanları arasındaki tutarlılığı özel olarak incelemeleri, gerekli görülen durumlarda da öğrencilerin performanslarını takibe almaları gerekecektir.

Mevcut sınav sistemini, yarattığı tüm eğitim sorunlarına rağmen ayakta tutan temel sebep, ülkenin her kesiminden gençlerin eşit şartlar altında ve hiçbir kayırma olmadan üniversiteye girebilmelerini sağlamak olmuştur. Bir sınavı neredeyse tek kriter olarak alan ve yıllardır uygulanan bir sistemin, güvenlik konusunun dışında da çeşitli sakıncaları vardır.

Giriş sınavlarının eğitim hayatında bir giyotin etkisi yaptığını söylemek abartı değildir. Sınav, lise son sınıflardan başlamak üzere, zamanla tüm ilk ve ortaöğretim eğitimini etkilemiştir. Analitik düşünce geliştirmekten yoksun, çoktan seçmeli testler üzerine kurulu bir eğitim sistemi yaratmıştır. Lise eğitimini ve hatta ilköğretimi bir dersane sistemine dönüştürmüştür.

Ortaöğretimin yeniden düzenlenip, gerçek işlevine kavuşturulması ancak üniversiteye giriş sisteminin, orta öğretimdeki başarıyı değerlendirmesi ile mümkün olacaktır. Bu değerlendirmenin yanı sıra, üniversiteye giriş için bir merkezi sınav da verilmeye devam edilebilir.

Tüm üniversite öncesi eğitimini bir giriş sınavına odaklamış bir öğrenci kitlesine, üniversitenin gerektirdiği kalitede ve çeşitlilikte eğitim vermek her geçen yıl daha da zorlaşmaktadır. Üniversiteye giren öğrencileri sınav maratonunda edindikleri kötü alışkanlıklarından arındırmak gitgide daha uzun bir zaman almaktadır. Üniversitelerin kendi değişik programlarına hangi sınav türü ile öğrenci alacaklarını kendilerinin tespit edememesi de, eğitim kalitesini etkilemektedir. Üniversiteleri giriş sistemi konusunda pasif seyirciliğe mahkum etmek sistemi bugünkü krize getirmiştir.

Kamuoyunda oluşan tartışma ortamının, şu anki üniversite giriş sisteminin tüm sakıncalarını en aza indirip bütünüyle daha sağlıklı bir formata kavuşturacak, olabildiğince geniş katılımlı bir çalışmanın yapılmasına fırsat olarak değerlendirilmesini umuyoruz. Böyle bir sürece ERG ve TMD olarak katkı yapmaya hazırız. Kamuoyuna ve ilgililere duyururuz.

Prof. Üstün Ergüder ERG Y.K. Başkanı
Prof. Tosun Terzioğlu ERG Y.K. Üyesi ve TMD eski Başkanı
Prof. Betül Tanbay TMD Başkanı

12 Nisan 2011

Bir Abim Var...

Bir abim var. Aslında bilinen "abi"ler gibi değil pek. Ya da bana öyle geliyor. Aramızda 1.5 yaş var. Arkadaş gibi ama tam da abi gibi. Ama biz tam olarak kardeş gibi de değiliz. Pek öyle sırdaş da olmadık hiç. Aramızda garip, bayaa garip bir saygı durumu var. Kelimelerle anlatamıyorum.

Accayip zeki bir adam. Sadece zeki değil, ortalıkta dolaşan o kadar çok "sadece zeki" insan var ki! Adam accayip akıllı. Kafasını kullanmaya üşenmeyen bir insan (kafasını kullanmaya özellikle üşenen, bu üşengeçliğinden sıyrılmamak için dünyayı yürüyerek dolaşacak insanlar ile ilgili ayrıca bir yazı yazmak istiyorum). En güzel özelliği kafasını kullanmamaya üşenen bir insan.

Düşünüyorum düşünüyorum ama bulamıyorum. Ben bu adamı neden seviyorum, bilmiyorum. Eskiden bu kadar çok sevmiyordum belki; ya da sevdiğimi bilmiyordum. Kuvvetle muhtemelen çevremdeki insanlar ile ilgili bir durumdu. Açıklamak lazım bu kısmı.

Etrafında çok fazla insan yoksa, nispeten kapalı bir hayat yaşıyorsan, diğer 2 ayaklıların hepsinin yakınındakiler gibi olduğunu sanıyorsun. Çünkü senin dünyan o kadar. Gavurlar "prediction" diyorlar galiba buna.

Sonra büyüyorsun, etrafındaki insanların sayısı -benim için mevcut şartlar altında- fazla fazla artıyor. Vakt-i zamanında etrafındaki insanlar kanalı ile yaklaşık olarak tahmin ettiğin, beklediğin, umduğun (ya da her neyse) 2 ayaklı yaratıkların ortalaması dramatik olarak düşüyor. Daha çok insan tanıdıkça ortalamanın düşüşü ivme kazanıyor. Sadece kafayı kullanmak ya da zekadan bahsetmiyor olsam da temelde olay bu noktadan başlıyor.

Bir nokta geliyor, abinle tekrar konuşuyorsun. Ne olduğu çok önemli değil, çayın şekerini saat yönünde mi karıştırmak, tersine mi karıştırmak bile olabilir. Anlıyosun, ki bu çok ağır bir anlak durum, çok ağır bir darbe gibi, o senin zamanında yanında pek bulunmadığın, pek normal saydığın adam, aslında cebinde yaşamak isteyeceğin, tek bir an yanından ayrılmak istemeyeceğin bir insanmış.

Aslında referansı yanlış kurdum gibi oldu. Dünya bok olduğu için sen güzelsin demek gibi. Öyle demek istemedim. Başka muhteşem arkadaşlarım da var benim. Sadece öküzler arasında yaşıyor değilim. Çok orjinal, marjinal, zeki, akıllı, tahsilli vs. insanlar da tanıyorum. Ama bu adamda farklı bişey var. Tasvir etmesi kolay değil. Yanında değilken sürekli onunla beraber olmak istiyosun mesela. Ama karşı karşıya otururken dimağın duruyo, aklından söyleyecek tek kelime geçmiyo, çayın ne tarafa karıştırılacağı bile... Çok pis kasılıyorum, içimden kasıldığım için kendimle dalga geçiyorum. Ama bu beni rahatlatmıyo, daha beter kasıyorum kendimi. Salamıyorum yani. 3. bir kişi varsa ortada, hiç sorun yok. Süper muhabbet oluyo. Anlamıyorum.

Hee, diyeceksin ki nerden aklına geldi böyle bişey yazmak. Bi Nook muhabbeti geçiyodu; konu arasında bana bir cümle yazmış. O kadar.

11 Nisan 2011

50 Sene Önce...

Memlekette kimsenin pek umurunda olmasa da, Yuri Gagarin abinin Vostok 1 ile Dünya etrafındaki 108 dakikalık gezisinin 50. yılı yarın.

Önemli mi? Bizim için pek de önemli değil.

Fukushima'daki olayları Dünyada en az sorgulayan biz olmadık mı? Tam o hafta İbrahim Tatlıses vurulmuş olmasa idi belki biraz daha fazla ilgilenirdik.

Bu da öyle bişey işte. 50 sene önce, daha cep telefonunun hayalden ibaret olduğu, belki hayal bile olamadığı bir zamanda olmuş bir olay bu uzaya gidiş. O zaman naylon torba bile yoktu. Tükenmez kalemler yoktu belki. Dünya o kadar ilerledi, teknoloji o kadar ileri gitti ki 50 senede, 50 sene öncesini hatırlayan ninelerle konuşmak gerek anlamak için. "Elektrik yoktu, radyo yoktu" diye başlarlar genelde hikayeye. Bazısı konuya buzdolabı yoktu diye girerek elektriğin olmadığını hatırlar. Şu anda elektrik de var, radyo da var. 1900MHz'de iletişim kurabilen cepte taşınır aygıtlar var. 50 sene sonra ne olacağını insan hayal edemiyor, 50 sene önce bugünü hayal edememiş olmak gibi.

Eee? Büyük ulusumuz, yenilmez ülkemiz, Orta Asya'dan at sırtında gelip 7 cihanda 700 yıl hüküm sürmüş, Büyük Hunların torunları, Kudretli Osmanlı'nın çocukları olan bizlerin uzay programları ne alemde?

Başka ülkede fason yaptırılıp yine başka ülkede başka bir fasoncuya fırlattırdığımız 3 tane kıçı kırık TV uydumuz var diye kendimizi fasulye gibi nimetten sayıyoruz. Tebrik ederim. Hani bi sike yarayan iş için göndermiş olsak tamam da, hayatta sigaradan sonra insanın kendine yaptığı en büyük kötülük olan TV için fırtlatılmış uydulardan bahsediyoruz.

Haaa, yeri gelince Çin malını beğenmemeler, ona buna bok atmalar, o dost bu düşman diye kaağve kültürü kokan dedikoduvari konuşmalar, o emperyalist, bu kapitalist, bu komunist... Valla millet it gibi çalışıyo, it gibi yatırım yapıyo, herşeyi hesaplıyo. Biz iyi olacağını "hissederek" iş yapan bir millet olduğumuzdan kelli, ne uzaya gidebilmişiz, ne uzaya kendimiz bişey gönderebilmişiz. Uzay muhabbeti şu sıra 50 - 60 yaş arası büyüklerimizin Star Trek hayranlığı ile başlayıp yakın dönem Türk gençlerinin Star Wars Episode III'ü ile sona ermiş. Süper değil mi? Yaşasın İnek Şaban!

Herkes yıllarca dalga geçti ama bana öyle geliyo ki, Türkiye'de -işin uzmanlarını tabii ki muaf tutarak söylüyorum- uzay konusunu en basit ve en doğru şekilde anlayan adam Mustafa Topaloğlu anasını satayım. Onun maksadı farklı idi ama...

04 Nisan 2011

İntikam Timi - Kadına Yönelik Şiddet - Evin Erkeği

Şiddet hemen hemen hiçbir zaman -diplomalı ruh hastası insanları konu dışı bırakarak- istekle yapılan birşey değildir. Özellikle güçlünün güçsüze hobi olarak şiddet uygulaması şüphesiz reddedilmesi gereken bir unsurdur.

Ben de tam olarak bu durumdan muzdaripim: Temizlikçi kadın saldırıları!

Yaklaşık 1000 seneden beri eve her gelen temizlikçi kadınla çeşitli ihtilaflarımız olmuştur. Tabii ki bu ihtilaflar direk kadınlarla değil, anne aracılığı ile sürdürülmüştür. Ancak sonuç alınamamıştır.

Bilgisayarım hayatımdaki en kıymetli şeylerimden biri. En özel eşyam hatta. Hayatımın en yalnız zamanlarındaki tek arkadaşım. Yurt dışındaki kardeşlerimle -tek olmasa bile- önde gelen iletişim kaynağım. Eğlencem. Dünyaya açılan kapım. Sırdaşım. Kısacası çok önem verdiğim, minik elektrik akımlarını işleyen cihaz.

Şimdi benim bu kadar önem verdiğim bir eşya-ötesi şeye, bir temizlikçi kadının eşyaları içerisinden ne gibi bir analog bulabiliriz? Cep telefonu+televizyon+çaydanlık+...??? Hangi eşyalarının toplamıdır mesela o kadın için?

Benim bilgisayarım kadın için önemli bir eşya değil tabii ki. Evinde bilgisayar varsa bile -ki artık bilgisayara bilgisayar değil, internet diyolar- çocukların haftada bir format atmaya gönderdiği para yiyen (ayda 29.9 internet + haftada 20 TL format ücreti + derslerinden geri kalan çocuklar) cihaz. Onun için benim bilgisayarım da aynı kategoride olmalı.

Tamam, temizlikçi kadın anlamıyo, bilmiyo, öküzün hayvanın teki. Ah be insanlar, benimle aynı evde yaşayan insanlar! Beni tanıyan insanlar! Beni önemseyen insanlar! Bu zulüm bana neden yapılırken bir "dur" demiyorsunuz? Bir bilgisayar, yanındaki 3-5 ekipmanla ne kadar yer işgal edebilir, ne kadar toz tutabilir, ne kadar pis olabilir? Evde her yer pırıl pırıl oldu da temizlikçi kadın bi tek benim bilgisayarıma mı kaldı?

İlk paragrafta anlattığım gibi, mücadele eşit şartlarda yapılmalı. Ben de temizlikçi kadın evinde değilken gidip, para karşılığı onun cep telefonunu kurcalayabilmeli,
televizyonunun kanallarının yerlerini değiştirebilmeli, büfesindeki bibloların yerlerini değiştirmeli, bir kısmını "bunlar bence güzel değil" düşüncesi ile kaldırabilmeliyim. Eşit şartlarda mücadele böyle olmalıdır. Mücadeleyi eşit hale getirmek mümkün müdür peki? HAYIR!

Herkes kadına yönelik şiddeti manşetlerde bağır çağır yazarken, erkeği şiddete yönelmeye meylettirmeden kimse bahsetmiyor. Ben sanmıyorum ki karı koca, ya da herhangi iki insan diyelim, evlerinde, dışarda, bir mekanda huzur içinde otururken hayatlarına heyecan katmak için biri diğerini kessin. Ben mesela hiç düşünmeden temizlikçi kadını kesebilirim. İçimde bir pişmalık kırıntısı bile oluşmayacaktır. Mutlu bile olabilirim. Libidom yükselir, yepyeni cinayetlere yelken açarım. Hayattan tad almaya başlarım. Yine bana ait olduğundan emin olduğum bir bilgisayarım olur. Mutlu olurum, sevgi dolu olurum, ya da hayatımda bi sik olmaz, aynen devam ederim. Ama sinir olduğum bir insan eksilir. Hapishanede ona tiradlar yazarım filan. Ya da o sadece ellemesin, ben de onu öldürmeyeyim. Aramızda ticari bir ilişki olarak var olsun bu sözleşme.

Ya da her sabah evden çıkarken bilgisayarımı arka nahiyeme monte edeyim, ruhen güven, fiziken ızdırap içinde sürdüreyim hayatımı. Nedir arkadaşlar bu işin çaresi? Masanın üzerinde duran bilgisayarın etrafına jiletli tel mi çekeyim, elektrik mi vereyim, ne yapayım bilemiyorum yahu. Ya, şu istek çok basit değil mi? Yerine getirilmesi bu kadar zor mu? Dokunma arkadaş. Hatta süper kolay yani, dokunmamak için değil, dokunmak için enerji harcaman gerekli anasını satayım. Elleme, bakma bile! Ben senin evindeki büfende duran çeyizinden kalma eşyalarına bakıyo muyum? Sen de benim bilgisayarıma bakma. Yalvarmak için üste para verilir mi ya? Nasıl bir ilişkidir bu allahım!

Pöfff....

02 Nisan 2011

Milli Eğitim, Sendromsal Durumlar

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1116188 adresindeki haber beni benden aldı. Uzun zaman önce Türk Milli Eğitimi'nin en başarısız projesinin İngilizce öğretimi olduğunu düşünüyordum. Sağolsunlar araştırmışlar etmişler, haklı olduğumu söylemişler. Sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim.

Belki 20 yıldan uzun süredir hemen hemen tüm ortaokul ve liselerde İngilizce zorunlu ders olarak okutuluyor. Son yılları bilmiyorum, etrafımda genç insanlar yok artık. Bunca emek, zaman ve nakit harcanan -adı batsın- sistemli bir İngilizce öğretiminin sonucunda elimizde "What is your name?" sorusuna "Fine thanks, and you?" diye cevap veren nesiller var. Süper değil mi?

Gerçi en az İngilizce kadar matematik konusunda da sonuna kadar başarısız insanlarız. Eğer bakkaldan ekmek alırken, dolmuşa para verirken toplama - çıkarma yapmak zorunda kalmış olmasak, "2 + 3 = ?" sorusuna da dengesiz cevaplar verebilirdik. Tabii ki "2 - 3 = ?" sorusuna halen dengesiz cevaplar veriyoruz, "2'den 3 çıkmaz" gibi. Matematik ile ilgili de benzer bir araştırma yapılsa keşke... (yolda yürürken herhangi bir çocuğu, komşunun oğlunu, yeğeninizi filan çevirip altı kere sekiz diye sorun, bakın kaç değişik cevap alacaksınız, şaşıracaksınız).

20 sene sonra memleketin hali nice olacak sorunsalından daha önemlisi, 20 sene sonra memlekettekilerin hali nice olacak sorunsalıdır. Mevcut eğitim, sistematik olarak çocukları ve gençleri okumaktan, düşünmekten, matematikten, fizikten, tarihten, coğrafyadan nefret ettiriyor; bunu çok iyi biliyoruz. Matematik ve fizik dersleri verdiğim dönemde, yarısı kadar zeki olmak için çocuğumu keseceğim genç arkadaşların en basit sorular karşısında nasıl kıvrandığını çok iyi hatırlıyorum. Çok şaşırmış olduğumu da hatırlıyorum. Nispeten iyi bir okulda okuduğum için bize formül denen şeyin ne olduğu açıklanmış, bir formüle bakınca ne görmemiz gerektiği öğretilmişti. Bunu öğretmek için de aslında pek fazla çaba sarfedilmemişti; ne öğrenmesi ne de öğretilmesi zor şeyler değil. Ama istek gerekiyor maalesef.

Herkes kapısının önünü süpürse geyikleri vardır ya, işte sorun orada herhalde. Herkes önündeki işi, mükemmeli geçtim, yeteri kadar iyi yapsa, İspanya 2. lig takımlarının tamamının ilk 11'lerini ezbere sayabilip, Türkiye'nin coğrafi bölgelerini sayamayan insanlar sonunda kendilerini kaderin sillesi ile öğretmen olarak bulamazlardı.

Gitmem lazım şimdi.

29 Mart 2011

So Long And Thanks For All The Fish

Dedi ki bana, işte yok o fotolar dedi, neden koydun dedi, ben zaten onları çektiğime pişman oldum dedi. Eee, dedim, yani neden olmasın, neden koymayayım ki dedim. Arkadaşlarım görmüş dedi. Arkadaşlarını sileyim o zaman arkadaşlıktan dedim. Peki o zaman arkadaşlarım benim sayfama girince bilmemne bilmemne dedi. Ne bileyim dedim, sen benim arkadaşlarımın fotolarını görebiliyo musun dedim. Düşündü. Konuyu, eğlenmek için son derece alakasız bir şekilde ağın çalışma sistemi ile ilgili detaylara çektim, o da peşimden geldi.

Sen şimdi ortada aslında bir sebep olmadığını, sadece istemediğin için fotoları kaldırmam gerektiğini söylüyosun dedim. Hayır dedi, çünkü dedi, o görünce bu görünce dedi. O kadar dedi, devamında bişey söylemedi. Ben de bir cevap alabileceğimi düşünmemiştim; en azından öyle bir beklenti içine girme ümitlerimi bir süre önce terk etmiştim.

İnatçı ve terk edişçi karakter olarak üyeliğimi iptal ettim. O bile yok olmaz diyosa böyle şeye, başka insanlar kendi fotoları ile ilgili neler söylemezler ki... Haa, benim tayt üzeri donla çekilmiş fotolarım, hela taşında ana cadde üzerinde çekilmiş fotolarım var bu arada. Onlar da afiş şeklinde duruyordu. Bugün bir arkadaşım "vejeteryan adama 'çocuğunu aldıracak mısın' diye sorulmaz" dedi. Bu da benzer bir durum.

Amaan, neyse. Madem ben onu arkadaşlarına karşı utandırdım (buradan başka bir sonuç çıkmıyor), o zaman arkadaşlarından, en azından o fotoları görmüş olan arkadaşlarından, hatta benim süpermen fotolarımı görmüş arkadaşlarından, hatta benim hela taşında zıçar pozisyonda çekilmiş ve yıllardır afişlerde izleyenlerle buluşmuş fotomu görmüş arkadaşlarından uzak durmam gerekir. Öyle değil mi?

24 Mart 2011

İlk Defa İnternet Sitesi Şikayet Ettim!

Olur olmaz sitelerin kapatılması sonucu işlerimin aksamasıyla ağzım bozulmakta, sitenizde 5 numara ile belirtilen müstehcenlik ortaya çıkmaktadır.

Ağzımı bozmama sebep olan durum http://sites.google.com/ adresidir. Bu site dahilinde firmama ait web sayfası da mevcuttur. Kapatılan site sonucu internetten beni bulacak müşterilerimin önü kesilmekte, yapılacak ticaret sonucu devlet babaya ödeyeceğim vergiye yine devlet baba engel olmak sureti ile saçmalamaktadır. Bir binanın bodrum katında densiz birileri patlayıcı imal ediyor diye bütün ilçenin giriş - çıkışlarının kapatılmasının ne kadar akilane bir durum olduğu tartışmaya mahal vermeyecek derecede ortadadır. Bu bağlamda Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı sitesinin müstehcen durumlar ortaya çıkarıyor olması çok daha mantıklıdır; başkanlığın sitesi kapatılmalıdır.

İlginize teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim.

**********

Az önce http://www.ihbarweb.org.tr/ adresine http://www.tib.gov.tr/ adresini şikayet ederken yazdığım gerekçedir.

05 Şubat 2011

Yasak mı? Özgürlük ne ki?

Bir arkadaşımın blogger'a yazdığı bir yazıya "adsız" tarafından verilen cevaba verdiği cevabı okudum az önce.

Arkadaşımın sayfasına kusup ortalığı kepaze etmemek için orada yazdığım yoruma buradan devam etmek isterim.

Ev ödevi: "Özgürlük nedir"

"Adsız" rumuzlu arkadaşa yeteri kadar süre verilsin İnci Hanım, çalışıp gelsin. Özgürlüğün ne olduğu öğrenilsin, dönem ödevi olarak herkese anlatılsın, açıklansın. 10 tane özgürlük tanımı yok ki, 1 tane var!

Mümkünse önyargı, insanların özel hayatına müdahale, bilgisizlik ve fikirsizlik, yorumlama kabiliyeti yoksunluğu, öngörü zayıflığı, vasıfsız fikirler vb. konuları, "Özgürlük Nedir" konulu dönem ödevinden sonraya bırakalım.

Ayrıca 16 yaşından küçüklere 2 tekerlekli bisiklete binmeyi, 14 yaşından küçüklere sokakta yalnız başına dolaşmayı (kızsa 25 olsun hatta), ilk ve ortaöğretim sınıflarının camlarının parmaklıksız olmasını... da bakanlar kurulu kararı ile yasaklamalıyız. Ne olur ne olmaz! Yurt konusuna hiç girmek istemedim şimdi.

İnsanoğlu mağaradan çıkalı yeteri kadar zaman geçmiş olmalı. Esasen mağaradan hiç çıkmamış olmayı tercih eden azınlık içinde olduğumu söyleyebilirim. Şu zamana kadar (32 sene) gördüğüm şeyler ile ilgili kafamda birçok fikir oluştu. Çok farklı ortamlarda bulundum, Aczi Mendi ayinine de katıldım, Suicidal Tendencies konserinde stage dive da yaptım. Çok farklı insanlarla sohbetlerim oldu, olmadık konularda olmadık şeyler öğrendim.

Konu ile ilgili söyleyebileceğim şey şudur. İnsana sorumluluk verdiğin zaman insan o sorumluluğu taşır, bu sorumluluk sayesinde gelişir, büyür, daha fazla sorumluluk alabilir hale gelir. Sorumluluk bilinci sayesinde, zamanı geldiğinde parasını kazanır, aile olur, toplumda "normal" yahut "olması beklenen" kişi olur. Önemli olan sorumluluğun varlığının bilincinde olması, bunu erken yaşta kişiye kazandırmaktır. (Bunun doğruluğu tartışılır, anlatmak istediğim şey sonraki paragrafta).

Özgürlük konusu tam olarak aynı şekilde ifade edilebilir. İnsana özgürlüğü vakitlice verirseniz, bunu nasıl kullanması gerektiğini öğretirseniz, özgürlükle erken yaşta tanışarak, aslında bunun da bir sorumluluk olduğunu gösterebilirseniz, köşedeki bakkalda kokain satılsa da "normal" bir insan gidip onu alıp koklamaz.

Fekaaat...

İnsanı insan yerine koymaya askerden ya da evlendikten sonra başlarsanız, sorumluluk nedir, özgürlük nedir, hatta insan nedir bilmeden bilmemkaç yaşına gelirse, eline geçen 1 şişe rakı ile ne yapacağını bilemezse, yetiştireceği nesil kendisinden daha kötü olur. Yeteri kadar kuşak sonra, artık dengesizlikten geçilmeyen, "normal" kalmamış bir ortamda, dengesiz önceki kuşak, dengesiz sonraki kuşağa kanun adı altında sayısız dayatma ile haklı gibi görünen gerekçeler sunabilir.

Şimdi, burada hata kimde? Özgür olmanın ne demek olduğunu bilmeyen kuşaklarda mı? Özgürlüğün ne olduğunu anlamaktan korkanlarda mı? Özgür olmayı sadece en temel hakla sınırlı tutmayı ve 1984 dünyası yaratmaya çalışan ileri görüşsüz -sözümona- idarecilerde mi?

Biraz yukarıda "yeteri kadar kuşak sonra" dememin sebebi de bu. Aslında ortada bir suçlu, kabahatli bulmak pek mümkün değil. Peki nedir bu işin çaresi? Bu süregelimde her yeni doğan bebek ile toplum biraz daha geri gitmek zorunda kalıyor. Kafaların içi (örümcek kafa tabirinden hoşlanmam, aslında burada yeri de yok) gittikçe daha boş kalıyor. Matematik gibi ulvi ve bir o kadar da temel bilim (ihtiyaç) çoluk çocuğa korkulu rüya gibi sunuluyor. Türkçe konuşabilen kimse kalmadı, bir yandan sanki Türkçe eğitim süpermiş gibi anadilde eğitim deniyor. Saçma bir propoganda, korku rejimi, beyin yıkama süreci durmadan, her an, her dakika devam ediyor.

Tyler Durden'ın "Let go" kelimeleri beni çok etkilemişti. Bu işin bir çaresi var aslında. Pat diye çözülecek birşey değil. Yukarıdan bize uygulanabilecek birşey de değil. Mevcut şartlar altında herkes önce kendini adam etmek zorunda. Televizyon seyretmeyi bırakarak işe başlanabilir mesela. Onun yerine insanlarla iletişim kurmak, kitap okumaya başlamak uygun bir yöntem gibi görünüyor. Okurken sadece senin fikrini destekleyeni değil, özellikle karşıt fikirlerin temellerini okumak, tartışacağın insanların neyi temel aldığını öğrenmek, varsa onun boşluklarını ortaya çıkarmaya çalışarak bir nevi kendi sudokunu kendin yap-çözerek kafayı doldurmak... Radikal uçlar hakkında bilgi edinmek, ama Show TV'den değil. Ne olursa olsun önce televizyon terkedilmeli. Bununla ilgili alternatif yok. Yeterli süre televizyondan uzak kalınca (bu süre kişiden kişiye değişir herhalde), insanların "en kaliteli yayın" diye seyrettikleri şeylerin ne kadar maymun viyaklaması olduğunu daha iyi görürsün. Kitap okudukça daha fazla sorgulayan bakışlara sahip olursun. Hiç olmadı, gidip ruhunu dinginleştirebileceğin bişeyler bul be arkadaşım!

Çok uzatmışım. Bilmeyenler öğrensin, ben mi anlatacağım kimsenin okumadığı blog'da. "Özgürlük Nedir" diye sorun Google Abi'ye. Gavurcanız varsa daha fazla kaynağa da ulaşabilirsiniz. Hala öğrenmeyip papağanlık yapacam diyosanız da ananızın üreme organına kadar yolunuz var.

28 Ocak 2011

Tehlikeli Oyunlar

Tekrar tekrar bela okuyorum kendime. "Tehlikeli Oyunlar" ile "Monopoly on Sorrow" ikilisi ateşle barut gibi.

Bu adam nasıl yazmış, her seferinde hayret ediyorum. "Beyaz Mantolu Adam" da öyle idi. "Korkuyu Beklerken" de... "Tutunamayanlar" ile ilgili birşey söylememe gerek yok. Ama "Tehlikeli Oyunlar" (bundan sonra "kitap" diye hitap edilecektir) olacak gibi değil.

Daha 1/4'ünde bile değilim ama okumaktan korkuyorum. Çok tehlikeli. Korkup kendimi kapatıp bira + sigara + Suicidal Tendencies dinlediğimi az önce farkettim. Bir tek benim kafam böyle çalışıyor sanıyordum. Ya da aileye özgü birşey. Oğuz Atay beni yazmış! Kitabın kendisi benim için tehlikeli bir oyun. Korkuyorum anne!

Beni buraya atan, albayın evinde albaya ve yine onun gibi emekli albay arkadaşına çay demlemek için mutfağa girdiğinde düşündükleri idi. Hastalıklı! Benim kadar hastalıklı bir karakter, benim kadar hastalıklı bir yazar, benim kadar hastalıklı ben.

Sürekli takip ettiğim afilifilintalar'da bugün çıkan bir yazının ilk satırını okudum. Hikmet intihar ediyormuş. İlk satırı okudum ve can havliyle kapattım sayfayı. Allah kahretsin! Tolga da Fight Club vizyondayken "ikisi aynı kişiymiş" demişti. Allah hepinizin en uygunundan cezasını versin. Kitap daha tehlikeli. Film gibi değil. Bütün sinemalar yıkılsın, hepsi yayınevi veya kütüphane olsun. Araya reklam almasınlar. Okurken sigara da içebil. Ama kapanan sinemalar düğün salonu oluyor. Al sana Türk kafası. Kitap yazamazsam mutlaka çok para kazanıp kütüphane açmalıyım. Kitap çok sakıncalı. Sonunda Hikmet ölüyorsa gerçekten? Çok korkuyorum.

Okumaya devam edersem delirebilirim. Kitabı bırakırsam sonunu kendim yazıp yine delirebilirim. Oğuz Atay'ın neden genç yaşta öldüğünü şimdi daha iyi anlıyorum. Her kitabının her sayfasında. Allah kahretsin! Çok tehlikeli bir adam. Yıllar önce bıraktığı dinamit benim içimde patlamak üzere. Çevreye zarar vermesem Hikmet gibi. Yan apartmanda emekli bir albay var ama savaş görmemiş, beni anlayamaz ki! Zamanda ileriye doğru sürekli çırpınıyoruz, acaba yeteri kadar yavaşlasam geri gidebilir miyim? Oğuz Atay'la aynı evde yaşamak istiyorum. O zaman intihar edebilirim. Yani o zaman aslında ben doğmamış oluyorum. Çok zor o zaman intihar etmek.

Bir yandan da Oğuz Atay çok zorlu bir rakip. Ben de bişeyler yazmak istiyorum ama otomatik olarak aynı kulvardayım adamla. Dan Brown romanı yazacak değilim ya! Ben birşeyler karalıyorum, Oğuz Atay 40 sene önce onu yazmış oluyor. Çok kuvvetli cümleleri, kelimeleri, kendileri yüzünden başarısızlığın doruğunda yüzen karakterleri var. Daha iyisini, hatta daha kötüsünü beceremem. İş - güç hepsi yalan. Esas gerçek bilgisayarın yanında duran şu kitabın içinde usta bir el tarafından uygun şekilde yan yana yerleştirilmiş harfler ve noktalam işaretlerinde. Oğuz Atay ile ilgili paradoks var kafamın içinde. Yazdıklarını anlayacak olanların yazdıklarını okumaması gerekiyor. Korkuyorum.

07 Ocak 2011

Adalet Ne Oldu - Önyargılar

Adalet -aslında yaşadığımız adalet demek daha doğru, ilahi adalet konu dışı- gözümde o kadar küçülmüş ve o kadar önyargı ile dolmuşum ki, hakaret içerdiği söylenen başbakana yazılmış bir mektubun sahibinin 10 ay hapis cezası alması konusunda, haberi okumadan, adamın haklı olduğunu düşündüm. "Kesin doğru yazmıştır pezevenk" cümlesi geçti kafamdan. Muhtemelen de öyledir -hala önyargı hala önyargı, yeter ArapSabunu-. Haberi de okumadım hani, önyargılarım değişmesin diye.

Önyargım değişti mi ben de değişirim mazallah. Sonra başıma haksız olduğum halde adli bir olay gelir, "bak ben demiştim" diyemem.

Neyse işim var şimdi...